Uzayan Cümleler 8

Okurlardan blogun artık kişisel bloga dönüşmesi ve İspanyolca öğretimine yönelik içeriklerin azalmasına dair bazı serzenişler aldım. Kamunun sesini dinlemek gibi bir huyum olmamakla birlikte, bloğu tamamen bir kişisel bloga dönüştürmek niyetim de bulunmuyor. Hali hazırda devam eden İspanyolca gramerine veya pratiğine yönelik yazı dizilerine devam ediyorum. Bu yazıda, en sevilen dizilerden birine devam edeceğiz ve basit bir cümleyi alıp yeni ögeler ekleyerek komplike hale getireceğiz. Diziye aşina olanlar zaten içeriği biliyorlardır. Başlayalım mı? (hayır dediğini duydum. neden hayır dedin? yoksa yazılarımı faydalı bulmuyor musun? ispanyolca öğretecek kapasitede olduğumu düşünmüyor musun? yoksa sen beni beğenmiyor musun?)

Birinci adımda iki ögeli basit bir cümle kuralım.

Ella cocina.
O -dişil- yemek yapıyor
.

İkinci adımda cümleye yeni bir öge ekleyelim ve eylemin nerede yapıldığını belirterek cümleye mekan algısı katalım.

Ella cocina en la cocina.
O, mutfakta yemek yapıyor.

Güzel oldu. Şimdi cümleye yukarıdan baktığımızda bir mutfak ve mutfağın içinde yemek pişiren bir kadın görüyoruz. Bu algı bizim için yeterli olmayacak. Yeni ögeler eklemek istiyoruz. Ne olabilir diye düşünüyoruz. Mesela mutfağa bir sıfat ekleyebiliriz. Nasıl bir mutfak olsun? Geniş, dar, büyük, küçük, modern, köhne, eski, yeni... bu sıfatlardan herhangi birini seçerek devam edebiliriz. Biraz basit yaşayalım hayatı ve cümleyi ve mutfağın küçük olduğunu kabul edelim. Belki de sarayda yaşıyoruzdur ve birden fazla mutfağımız vardır ve cümlemizin kahramanı olan kadın sarayın küçük mutfağında yemek yapıyordur. Bu durumda küçük (pequeño) sıfatının dişil halini (pequeña) kullanmamız lazım. Neden, çünkü küçük olan şey la cocina yani dişil bir isim. Let's go o zaman.

Ella cocina en la cocina pequeña.
O, küçük mutfakta yemek yapıyor.

Harikulade! Şu anda küçük bir mutfakta yemek yapan bir kadın algısı oluştu. Cümleyi daha da genişletmek, ufkumuzu daha da açmak istiyoruz. Durmak yok, cümleye devam (hayır, hayır, o değil)

Ella cocina en la cocina pequeña del palacio.
O, sarayın küçük mutfağında yemek yapıyır.

Ne yaptık? Küçük mutfağa de edatıyla saraya bağladık. De edatıyla bir şeyi bir şeye bağlamak bu kadar basit. Ama neden "del" oldu diye soruyorsanız buraya tıklayarak kaynaşma yazısını okuyabilirsiniz. Şimdi yeni ne ekleyebiliriz? Mesela bu kadın ne pişiriyor olsun? Tabi ki menemen pişiriyor. Burası İspanyolca blogu diye kadına gazpacho hazırlatacak değiliz. Mis gibi yumurtalı menemen yapacak hanım ablamız. 

Ella cocina menemen en la cocina pequeña del palacio.
O, sarayın küçük mutfağında menemen yapıyor.

Konu menemen olunca halk ikiye bölünür. Vedat Milör gelse bu konuda birleştiremez halkı. Konu ne mi? Tabi ki soğanlı mı soğansız mı? Yani con cebolla veya sin cebolla tartışması. Binlerce yıllık kadim kavga. Filozofların üzerinde kafa yorduğu, Ömer Hayyam'ı dilberlerle papaz eden o mevzu. Bu olmazsa olmaz tartışmadan faydalanarak cümlemize hem yeni bir öge ekliyoruz, hem de tarafımızı belli ediyoruz.

Ella cocina menemen sin cebolla en la cocina pequeña del palacio.
O, sarayın küçük mutfağında soğansız menemen yapıyor.

Mekanı açtık, menemeni açtık, bir de zamanı açalım. Zamansız ve mekansız kalmak insanlara özgü değildir.

Por las mañanas ella cocina menemen sin cebolla en la cocina pequeña del palacio.
O, sabahları sarayın küçük mutfağında soğansız menemen yapıyor.

Sabahları, sabahleyin gibi anlamlara gelen por las mañanas'ı ekleyince hem cümle genişledi hem de bir rutin oluştu. Söz konusu kadının artık bir sabah rutinine sahip olduğunu görüyoruz. Garip bir rutin, sabah uyanıp kahve içme, spor yapma gibi rutinleri duymuştuk ama her sabahları menemen yapma dürtüsüyle uyanan insana yeni rastlıyorum. Belki de sarayın baş aşçısı bizim aşçıya kıl olmuş ve her sabah menemen yapma görevi kendisine vermiştir. Biz bilemeyiz saray işlerini, İspanyolca öğrenimimizle meşgul olalım.

Por las mañanas ella cocina menemen sin cebolla para su hijo en la cocina pequeña del palacio.
O, sabahları sarayın küçük mutfağında oğlu için soğansız menemen yapıyor.

Aa, olaya gel' Meğerse oğlu için pişiriyormuş menemeni. Annelik böyle bir şey işte diyecem de bu çocuk niye her sabah menemen yiyor acaba? Menemen manyağı olacak böyle giderse. 

Por las mañanas ella cocina a escondidas menemen sin cebolla para su hijo en la cocina pequeña del palacio.
O, sabahları sarayın küçük mutfağında oğlu için gizlice soğansız menemen yapıyor.

Olay nerelere geldi! Kadın meğerse menemeni "a escondidas" yani gizlice pişiriyormuş. Fiillerden sonra a escondidas diyerek siz de gizlice yapılan bir şeyleri anlatabilirsiniz. Krala yakalanmasa bari.  

Burada bir soluklanalım (hele bir soluklan yegenim) ve cümlemize şöyle bir üstten bakalım. Gördüğünüz üzere cümlemiz "beni noktala, bana nokta koy, nokta isterim, şiştim, şiştimmmm!" diye bağırmaya başladı. Şişen cümleyi kurtarmanın iki yolu vardır; nokta koymak veya bağlaç atmak. Nokta koymak en doğrusudur ama İspanyolca bir kitap okumaya kalktığınızda bunun faydasını görmezsiniz. Zira bazı yazarlar ne kadar az nokta kullanırlarsa o kadar iyi yazdıklarını zannederler ve cümleyi uzatırlar da uzatırlar. Bu uzatılan cümleleri bağlaçlarla birbirine bağlarlar ve okuyucunu beynini yormaktan keyif alırlar. Vay kenafir gözlüler vay! Yazarlardan gelecek bu tarz entelektüel saldırılara karşı beynimizi koruma kalkanının altına alacak bir pratik olması bakımından cümleyi bağlaçla uzatalım.

Por las mañanas ella cocina a escondidas menemen sin cebolla para su hijo en la cocina pequeña del palacio para que no vaya a la escuela con el estomago vacio.
O, sabahları sarayın küçük mutfağında oğlu için, okula aç gitmesin diye, gizlice soğansız menemen yapıyor.

Fedakar anne! Cefakar anne! Kadın anne! Göz yaşlarımız sular seller oldu, anne! Bağlaçların tehlikeli yanını gördünüz. İyi gidiyorduk bir den vaya'lar falan çıktı ortaya. Para que bağlacının etkisiyle olayın içine subjuntivo (dilek kipi) dalı verdi. Para que no vaya - gitmesin diye, nereye gitmesin diye a la escuela -okula-, nasıl gitmesin diye, vacio yani boş estomago'yla, boş mideyle gitmesin diye. 

Şimdi görev sizde. Benim örneğe bakarak tamamen farklı bir basit cümle buluyorsunuz. Ben Ella cocina diye başladım ya, siz de mesela yo hablo diye başlayabilirsiniz, nosotros comemos diye başlayabilirsiniz. O kısmı siz seçin. Sonra benim yaptığım gibi her adımda bir cümle ekleyerek kendi uzayan cümlenizi oluşturun ve yoruma veya cümlenizin kamusal alanda görülebilecek kadar iddialı bir cümle olduğu düşünmüyorsanız ispanyolcadefteri@hotmail.com e-posta adresine yazın ki kontrol edebileyim. Ödevinizi yapın lütfen!

Peki biz buradan itibaren cümleyi uzatabilir miydik? Tabii ki uzatabilirdik. Mesela oğul için bir sıfat ekleyebilirdik. Akıllı oğlu, küçük oğlu, her gün menemen yiyen bedbaht oğlu diyebilirdik. İstersek ella'yı da kaldırıp ona uygun başka bir isim koyarak da uzatabilirdik. Mesela la mujer guapa -güzel kadın- diyebilirdik, la madre soltera -bekar anne/kocası olmayan çocuklu kadın- diyebilirdik. Dilediğimiz kadar uzatabilir, cümleyi sürüncemede bırakabilirdik. Ama bazı şeyleri uzatmanın bir anlamı yok bu hayatta. 

   




Bonus:



Lorca, Buñuel ve Dali III - Ayrılan Yollar (Lorca'nın Trajedisi)

Önceki bölümlerde de belirtmiş olabilirim, belirtmediysem burada altını çizeyim; bu üçlü içerisinde saygıyı en çok hak eden, bununla birlikte kaderi en kara yazılmış olan Lorca'dır. Saygıyı haketme kısmı tartışılabilir ama sanırım bahtının karalığı konusunda hepimiz hemfikiriz. Öğrenci yurdundan ayrıldığında Lorca artık edebiyat çevrelerinde tanınmaya başlamış genç bir şair/yazardı. Bu alanda ilerlemeye devam edecek, ideallerinden ve duruşundan ödün vermeden sonuna kadar ilerleyecekti. Yurttayken arasının çok da iyi olmadığı Buñuel'den kopuşu çok zor olmadı ama Dali'yle olan toksik iletişimine bir süre daha devam etti. 

1927 yazında Lorca, Dalí'nin ailesi tarafından Cadaqués'e davet edildi. Salvador'la birkaç hafta geçirdi. Bu süreçte yoğun bir duygusal gerilim yaşadı. Lorca mektuplarından birinde ona şöyle yazıyordu:

"Sana karşı o kadar yoğun bir bağlılık hissediyorum ki bazen yaşamak saçma geliyor."

Dalí'nin kız kardeşi Ana María'yanın dediğine göre, Lorca fazlasıyla aşıktı, buna karşın Dalí durumu belirsizlikte bırakıyor, ilişkinin cinsel bir yön kazanmasına asla izin vermiyor, tamamen kayıtsız da kalmıyordu. Dalí, yıllar sonra o dönem hakkında acımasızca konuşuyordu, hayatının ilerleyen dönemlerinde verdiği röportajlarda şöyle demişti:

"Federico bana aşık oldu ve benimle yapmak istemediğim şeyleri yapmaya çalıştı... onu incittim, evet, ama bunu hak etti, çünkü aşkın dayatılması doğru değil."


Bir Endülüs Köpeği

Bu gelgitli ilişkiye en ağır darbeyi vuran yine (her zaman olduğu gibi) Buñuel olacaktı. Olay şöyle gelişir. Yurttan çıktıktan sonra birlikte daha fazla vakit geçiren Dali ve Buñuel, rüyalarından esinlenerek bir kısa film çekerler. Büyük başarı kazanan ve günümüzde hala adından övgüyle söz ettiren filme "Bir Endülüs Köpeği" adını verirler. Lorca filmin adını duyunca çok bozulur. Zira kendisi Endülüs'lüdür ve filmin adının kendisine hakaret etmek amacıyla bu şekilde seçildiğini düşünür. Buñuel anılarında bu konu hakkında şu açıklamayı yapar:

"'Endülüs Köpeği' ismini seçmemizin sebebi kulağa hoş gelmesi ve Dalí ile mümkün olduğunca mantıktan uzak bir şey yapmak istememizdi. İsmi seçerken Lorca'yı veya başka birini düşünmüyorduk."

Bir Endülüs Köpeği

Bana kalırsa bu fikir kesinlikle Buñuel'inbaşının altından çıkmıştır ve yine kesinlikle Lorca'yı aşağılamak için bu ismi seçmiştir. Yazının önceki bölümlerinde de bahsettiğim gibi Buñuel homoseksüelliğe militan düzeyde karşıydı (bence gizli gaydi) ve öğrenci yurdunda Lorca'yı her fırsatta aşağılamayı ihmal etmiyordu. Örneğin, Lorca bir gün yeni yazdığı bir şiiri kendisine okuduğunda ve şiir hakkında ne düşündüğünü sorduğunda "şiiri mi daha çok sevdim yoksa senin o ibne sesini mi bilemedim" diye yanıt vermişti. Eleştiriyle kalmayıp Lorca'ya şiddet uyguladığından da zaten daha önce bahsetmiştim. Bütün bunlar bir araya geldiğinde film başlığının kasıtlı olarak seçildiğini düşünmek çok da saçma gelmiyor. Filmin yayınlanmasından sonra Lorca, bu ikiliyle iletişimini tam olarak koparmasa da oldukça azalır. Hatta film onu o kadar yaralamıştı ki "sürrealizm" akımından bu nedenle uzaklaştığı dahi söylenir. Bütün bunlar bir yana film sahiden de etkileyicidir. İzlemek isteyenler buraya tıklayarak izleyebilir, zaten kısa film. Filmde rahatsızlık verici sahneler var, sonra uyarmadı demeyin. Artık Buñuel ve Dali'den biraz uzaklaşıp Lorca'ya yoğunlaşabiliriz. 

Lorca, 1926'da öğrenci yurdundan ayrıldıktan sonra İspanyol edebiyat sahnesinde önemli bir isim haline gelmişti, ancak hayatı hiç de huzurlu değildi. Bu huzursuzluk onun hayatını derinden etkileyecek bir seyahate çıkmasını sağlamıştı.

New York Gezisi 

Lorca'nın hayatındaki en belirleyici olaylardan biri, 1929'da yaptığı New York gezisiydi. Bu gezi dönüştürücüydü ve çalışmalarında bir dönüm noktası oldu. Peki, New York, Lorca için neden bu kadar önemliydi?

Kapitalizmin ve modern şehrin etkisi: Lorca, zıtlıklar, eşitsizlik ve yabancılaşmayla dolu büyük modern şehirle ilk kez karşı karşıya geldi. 1929 ekonomik krizi New York'u acımasızca vurdu ve şair, sokaklarda gördüğü yoksulluk ve umutsuzluktan derinden etkilendi. Bu deneyim, kent yaşamının köklerinden koparılmasını ve şiddetini ele alan bir şiir derlemesi olan New York'ta Şair (1930) adlı eserine de yansımıştır.

Irkçılık ve Baskı: Lorca, kendisini derinden etkileyen Afrikalı Amerikalılara yönelik ırkçılığa da tanık olmuştur. Mektuplarında ve yazılarında, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki yapısal ırkçılıktan şikayet etmiş ve azınlıklara yönelik baskıya karşı duyarlılığını artırmıştır.

Eşcinsellik ve Kişisel Kurtuluş: Lorca, New York'ta kaldığı süre boyunca cinselliği konusunda daha büyük bir kişisel özgürleşme hissetmeye başlamış, ancak her zaman temkinli ve ketum kalmıştır. New York, dönemin baskıcı İspanya'sıyla bir tezat oluşturuyordu ve Lorca, kişisel hayatı konusunda oldukça mesafeli bir figür olarak kalsa da kimliğini tam olarak kabullenmeye bu ortamda başlamıştı.

La Barraca: Köylerde Tiyatro

Lorca, İspanya'ya döndükten sonra 1932'de Lope de Vega, Calderón ve Cervantes gibi İspanyol klasiklerinin eserlerini kırsal köylere getiren popüler bir tiyatro girişimi olan "La Barraca" tiyatro topluluğunu kurdu. La Barraca topluluğunun önemini şu şekilde özetleyebilirim:

Halkın sanata erişimi: Kırsal ve son derece muhafazakar bir İspanya'da Lorca, tiyatroyu en dezavantajlı kesimlere ulaştırmak istiyordu. Topluluk yalnızca klasik eserler sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda toplumun en yoksul kesimlerini eğitmeyi ve kültürel olarak yükseltmeyi de amaçlıyordu.

Toplumsal Bağlılık: Lorca'nın tiyatrosu toplumsal ve politik bir karakter kazanmaya başladı. Oyunları hiçbir zaman açıkça politik olmasa da, İspanya'da, özellikle köylerde yaşanan toplumsal gerilimler eserlerinde açıkça görülüyordu.

Lorca, 1926 ve 1936 yılları arasında 20. yüzyıl İspanyol edebiyatının en önemli eserlerinden bazılarını üretti. Bu dönemde yaşadığı iç gerilimler, siyasi bağlılıkları ve kişisel deneyimleri, yazılarına da yansıdı. 

Bazı eserleri ve içerikleri:

Romancero gitano (1928)

Şiirsel Yenilik: Çingene mitolojisini ve trajedisini inceleyen bu şiir derlemesi, şair olarak olgunluğunun başlangıcını işaret eder. Popüler lirik şiiri modern etkilerle harmanlayarak gizem ve kıyamet atmosferi yaratır.

Üslup: Geleneksel romantizmi kullanır, ancak sembolizm ve tutkuyla dolu yeni bir dil üretir.

Boda de sangre (Kanlı Düğün) (1933)

Trajik Tiyatro: Bu oyun, Lorca'nın en çok sahnelenen oyunlarından biridir. Bu oyunda kıyameti, karşılıksız aşkı ve toplumsal çatışmayı ele alır. Karakterlerin arzularının toplumsal normlar ve aile gelenekleri tarafından tuzağa düşürüldüğü bir Endülüs toplumundaki toplumsal gerilimleri konu alan bir trajedidir.

Sembolizm: Kırmızı renk ve kan, oyun boyunca tekrar eden sembolik unsurlardır.

Yerma (1934)

Kadının Dramı: Lorca, bu trajedide kısırlık temasını ve beklentilerini karşılamayan kadınları reddeden bir toplumda yerini bulmak için kahramanın verdiği içsel mücadeleyi ele alır. Bu oyun aynı zamanda kırsal İspanya'da kadınların rolüne dair toplumsal ve politik bir eleştiriyi de yansıtır.

Bernanda Alba'nın Evi (1936):

Trajik son: Lorca'nın ölümünden kısa bir süre önce yazdığı bu oyun, en güçlü oyunlarından biridir. Bu oyunda, ataerkil bir evde kadınların ailevi ve toplumsal baskısını ele alır. Zalim bir anaerkil olan Bernarda Alba ve kızları, kadınların sessizliğe ve baskıya karşı mücadelesini temsil eder.

Semboller: Kapalı ev, beyaz renk ve yas, eserin atmosferini tanımlayan temel unsurlardır.

Lorca bütün bu eserleri verdiği yıllar boyunca sola daha da yakınlaşır ve daha güçlü bir toplumsal bilinç geliştirmeye başlar. Sadece La Barraca'nın kurucusu olmakla kalmaz, aynı zamanda kadınların oy hakkını savunur ve özellikle Cumhuriyetçilerin iktidara geldiği dönemde katolik kilisesini ve üst sınıfları eleştirir. Bu politik tavrı, ispanyol iç savaşının başlamasıyla birlikte onu tehlikeli bir duruma sokacaktır.

 İç Savaş ve Lorca'nın Ölümü

Temmuz 1936'da İspanya İç Savaşı patlak verdiğinde Lorca Madrid'deydi, ancak bir süre sonra daha güvenli olacağını düşünerek memleketi Granada'ya döndü. Siyasi durum hızla karmaşık bir hal aldı ve Lorca resmi olarak bir siyasi partiye bağlı olmasa da, Cumhuriyetçilere verdiği destek ve ilerici ve sol çevrelere yakınlığı onu Franco'nun darbeci güçlerinin hedefi haline getirdi.

Aslında Lorca aktif bir militan değildi, ancak entelektüel çevrelerle ilişkileri ve cumhuriyetçi değerlere olan bağlılığı darbecilerin gözüne batıyordu. Franco'cuların en meşhur sloganlarından birinin "kahrolsun akıl, yaşasın ölüm" olduğu düşünüldüğünde aydınların durumunun ne kadar kritik olduğu daha çok anlaşılabilir. 

Franco'nun generali Millan tarafından Miguel de Unamuno'nun yüzüne yüzüne "Muera la inteligencia, viva la muerte" (Kahrolsun akıl, yaşasın ölüm) diye haykırılmasını ve ispanyol iç savaşı sırasında aydınlara yönelik tavırı konu alan bir kitabın kapağı.

Bana sorarasanız Lorca'nın daha güvenli olur diye memleketine dönmesi çok da akıllıca bir hareket değil. Zira ispanyol iç savaşında kendini tehlikede hissedenler yukarıya, kuzeye doğru gidip, orada da tutanamayınca biraz daha kuzeye yani fransaya kapağı atarken Lorca'nın neden böyle bir karar verdiğini ben şahsen anlamış değilim. Ha bu arada, Lorca'nın eski dostları Dali ve Buñuel'in iç savaşta kapağı fransa'ya attıklarını ve entelektüel toplantılarda gününü gün ettiklerini anlatmama gerek yoktur sanırım. Dali'ye acayip kılım, neyse gerilmeden yazıyı bitireceğim bugün.

Lorca'nın Granada'da Tutuklanması

Lorca, 19 Temmuz 1936'da, sol görüşlü olması, ilerici bir entelektüel olarak tanınması ve o dönemde yıkıcı ve ahlaki açıdan kabul edilemez olarak görülen eşcinsel yönelimi nedeniyle Granada'da falanjist güçler tarafından tutuklandı.Falanjistler kimdir diye soranlar için tek cümleyle açıklayayım; Franco'nun sivil milislerine falanjist denirdi. Tutuklanan Lorca, hapishaneye dönüştürülmüş olan San Rafael Hastanesi'ne kapatıldı. 

İnfaz

Lorca tutuklanmasından birkaç gün sonra kurşuna dizilerek öldürüldü ve yeri hala bilinmeyen bir toplu mezara atıldı. Kendisini vuran askerlerden birinin "ibneydi ben de götüne bir kurşun sıktım" diyerek olayı anlattığı söylenir. Bu Franco rejiminin ahlaki temizlik adı altında homoseksüellere yönelttiği şiddetin bir yansıması olarak tarihe geçmiştir. 

Yazının başında da bahsettiğim kara bahtlı olmaktan kastım buydu. Lorca daha 38 yaşında katledilen parlak bir şairdi. Belki de daha yüzlerce eser üretecekti ama buna fırsatı olmadı. Yazıyı Lorca'nın Türkçe'ye çevrilen Atlının Türküsü (Cancion de Jinete) şirriyle, daha doğrusu şiirin çevirisinden bestelenen ve Zülfü Livaneli tarafından yorumlanan şarkıyla bitirelim. Keyifli dinlemeler olsun efendim. 






Kesitler - Roberto Bolaño - Otobiyografilere Karşı

Ne zaman bu seriye yeni bir yazı eklesem hep aynı cümlelerle giriş yaptığımı fark ettim. Bunun ne kadar sıkıcı ve zaten az olan blog okurunu kaçırmaya ne kadar müsait bir tarz olduğunu biliyorum. Tıpkı youtube'da video açılışı yaparken "kanalıma hoş geldiniz arkadaşlar" diyen kanalların dandik kanallar olması gibi, "serinin bu yazısında falanca yazardan filanca kesiti paylaşıyorum" demek de buram buram varoşluk kokuyor. Bu varoşluğun bünyede yarattığı eziyet hissi, paylaşılacak kesit Roberto Bolaño gibi bir isme ait olduğunda başedilemez bir ızdıraba dönüşüyor. Hani ilham perisi bir türlü gelmeyen yazar klişesi/karikatürü vardır ya; hani şu kağıdı daktilodan hırsla çeken, piposunu tüttürüp gözlüğünün üzerinden bakarak yazdıklarını bir kere daha okurken sinirlenip kağıdı buruşturup top haline getiren röpdöşambırlı yazar... işte tam da şu anda bilmem kaç inçlik bilgisayar monitörünü buruşturasım geldi benim de. Ama ne daktilom var -klavye icat oldu yazarlık bozuldu- ne ağzımda bir pipo, ne de röpdeşambır giyiyorum. (fransızca robe de chambre yani ev/oda elbisesinden geçmiştir dilimize). 

Neyse artık, bu varoşluk ve dandiklik tartışmasını keseyim burada. Benim için büyük yazı ustalarından biri olan Roberto Bolaño'nun otobiyografiler hakkındaki görüşlerini aşağıya ekliyorum. Çeviriyi biraz hızlı yaptım ama yine de özendim. Beğenilerinize ve istifadelerinize sunuyorum.

 


Bana göre otobiyografi ile edebiyat arasındaki tesadüfi bir ilişki vardır: Maceraperest bir hayat süren yazarlar da var, ömürleri boyunca köylerinden, evlerinden -daha doğrusu şatolarından- dışarı çıkmamış olanlar da. Her yazar elinden geldiğince bir şeyler yazar ve yazdığını bırakır. Örneğin Salgari, Asya’yı -yalnızca Malezya’yı değil, bütün Asya’yı- hayallerinde kurgulamıştır, oysa Torino’dan mıydı, Milano’dan mı, artık hatırlamıyorum, hiçbir zaman dışarı çıkmamıştı. Raymond Roussel ise bütün dünyayı dolaştı, fakat o yolculuklarını yalnızca bir “hareketli kalmak” bahanesiyle yapmış; gezdiği yerlerin hiçbirine zerre kadar ilgi duymamıştı. Balzac bir monarşistti, ama eserleri derinlemesine cumhuriyetçidir: işte bu, akıl almaz bir yolculuktur. Stendhal’ın hayatı başlı başına bir romandı, ama yaşadığı bu hayat eserlerine pek az yansımıştır; kendi yaşamından çok, başkalarının romanlık hayatları onun ilgisini çekmiştir. Latin Amerika’da, bana kalırsa, en otobiyografik yazar -insanların genellikle düşündüğünün tersine- Borges’tir. Bir yerde kurgulanmış hayaletlerin gerçekten var olmasıyla tamamen zihnimizin bir ürünü olması arasında fark da görmüyorum. 

Birkaç istisna dışında -Saint-Simon ya da Perec’in çocukluk anıları gibi- anı kitaplarından nefret ederim. Anı kitapları genellikle abartılı olur, kimi zaman kitabın adından bile anlaşılır bu. Mesela “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”, bu şimdiye dek konmuş en aptal kitap adlarından biridir. Hiç kimse -en ahmak işkenceci bile- birine yaşadığını itiraf ettirmeye çalışmaz. Var olmayan bir soruya verilmiş aptalca bir cevaba benziyor bu isim. Latin Amerika edebiyatı -ya da kendini beğenmiş budalaların “Latin Amerika edebiyatı” dediği şey- anı kitaplarıyla doludur; çoğu, ya cahil ya da sıkıcı insanlar tarafından yazılmıştır. Aslında, anı kitabı yazmasına izin verilmesi gereken tek kişiler, gözükara maceracılar, porno film oyuncuları, büyük dedektifler, uyuşturucu tacirleri ve dilencilerdir.

Traducciones Vagas de Literatura Turca V - İstanbul de Cahit Külebi

La persistencia es un concepto absurdo - o me parece absurdo. Me refiero a la persistencia y continuidad de la vida, a la resiliencia de la humanidad frente a todas las experiencias vitales, a través del concepto de lo absurdo. Algunos acontecimientos cotidianos que creemos que nos derretirán, como los objetos del cuadro de Dalí "La Persistencia de la Memoria", no acaban allí, y nos llevan de Dali a Nietzsche con la idea de que "lo que no nos mata nos hace más fuertes". Seguimos viviendo y, mientras sigamos viviendo, nuestra serie de artículos seguirá publicándose. El invitado de este artículo de la serie es Cahit Külebi y uno de sus poemas más famosos, el poema de Estambul.

Hay poetas que no escriben sobre ciudades, sino sobre la pérdida que las ciudades esconden. Cahit Külebi fue uno de ellos. En su poema “İstanbul”, el poeta no canta la belleza del Bósforo ni las cúpulas doradas del atardecer; canta el desarraigo, la distancia que se abre entre quien fuimos y quien llegamos a ser cuando el mundo, de pronto, cambia de agua, de aire, de tierra. El poema empieza con una imagen absurda y doméstica: 

Camiones cargaban melones
y yo Siempre pensaba en ella

La libertad, dice Külebi, no estaba en la ciudad, sino en la infancia. Estambul, en cambio, representa el fin de algo: la madurez, la soledad, el desengaño. agua distinta, aire distinto, tierra distinta. El verbo “cambiar” cae como una condena: lo que era familiar se transforma en otra cosa, irreconocible. 

El poema termina con una imagen de rutina -los camiones siguen cargando melones- pero ahora el sujeto ha cambiado: pero en mí la canción se ha terminado. Külebi logra que lo cotidiano se convierta en símbolo del desarraigo. 

Estambul no es un lugar: es el momento exacto en que el alma deja de cantar. Ya desde el primer verso, la ciudad se queda fuera de cuadro. Estambul no aparece, sino como eco de otra vida, una anterior, donde el yo poético -en su pueblo de Niksar- era libre como “un pequeño gorrión”. Luego el mundo cambió de repente El ritmo se vuelve casi litúrgico, con repeticiones que suenan como plegarias o recuerdos que no se disuelven. de nuevo camiones cargan melones Esa línea es un epitafio: la vida continúa afuera, los camiones pasan, la fruta rueda por la carretera, pero la música interior ha cesado.

Les comparto una traducción vaga de esta bella poema. Espero que te guste. 

El Poeta

La Poema:

İstanbul

Estambul

Kamyonlar kavun taşır ve ben

Camiones cargaban melones y yo

Boyuna onu düşünürdüm,

Siempre pensaba en ella,

Kamyonlar kavun taşır ve ben

Camiones cargaban melones y yo

Boyuna onu düşünürdüm,

Siempre pensaba en ella,

Niksar\'da evimizdeyken

en Niksar, en nuestra casa

Küçük bir serçe kadar hürdüm.

era libre, como un pequeño gorrión

 

 

Sonra âlem değişiverdi

De repente cambió el todo

Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.

Agua, aire, tierra, todo...

Sonra âlem değişiverdi

De repente cambió el todo

Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.

Agua, aire, tierra, todo...

Mevsimler ne çabuk geçiverdi

De prisa pasaron las estaciones

Unutmak, unutmak, unutmak.

Olvidar, olvidar, olvidar.

 

 

Anladım bu şehir başkadır

Comprendí que esta ciudad no es la misma,

Herkes beni aldattı gitti,

Que todos me engañaron y se fueron,

Anladım bu şehir başkadır

Comprendí que esta ciudad no es la misma,

Herkes beni aldattı gitti,

Que todos me engañaron y se fueron,

Yine kamyonlar kavun taşır

Camiones siguen cargando melones

 

 

Fakat içimde şarkı bitti.

pero la canción que llevaba dentro, se acabó.

Bonus:
Para aquellos que quieran escuchar la versión compuesta de este poema, la dejo aquí.





Kısa Hikayelerim V - Zaman Tüneli

 Birkaç ay önce bir barda tanıştık. Her zamanki gibi tek başınaydım, her zamanki gibi yeterince, daha doğrusu gece rüya görmeyecek kadar içmek için ordaydım. Barda oturmuş, cin-tonik içiyordu, bakışları bardakta erimekte olan buza sabitlenmişti. Yanlış hatırlamıyorsam televizyonda sıkıcı bir futbol maçı vardı ve barmen esneyip duruyordu. Her şey olması gibiydi; o hariç.

Konuşmaya başladık. Banal konulardan bahsettik: benzinliklerdeki kahvenin kötülüğünden,  küçük şehirlere yapılan hüzünlü otobüs yolculuklarından, seksenli yıllarda çekilen ve asla güzel bir finale sahip olmayan korku filmlerinden. Donuk bir tebessümle dinliyordu, sanki her kelimem onun bir işine yarıyordu ama beni tanımak için değil, tartmak, kalibre etmek ve hakkımda sentetik bir fikir edinmek için. Konuşmanın bir yerinde güneyde bir yerlerde harabeler bulunduğunu, oraya gitmesi gerektiğini, harabelerin onu beklediğini söyledi. Güldüm, arkeolog olup olmadığını sordum, yanıt vermedi.

İki ay kadar görüşmemiz devam etti. Ucuz barlarda kahvaltı yaptık, sokak köpekleriyle dolu sokaklarda yürüdük, parklarda konuşmadan uzun uzun oturduk. Her buluşmamızın ardından benden sıkıldığını düşündüm, her an bir iz bırakmadan hayatımdan çıkıp gidecek gibi hissettim. Ama öyle olmadı, her seferinde geri döndü. Sefil rutinimle ucuz barlarda kendimi unutana kadar içmeye alışkın olan, onun bir tür mucize olduğuna inanmaya başlamıştım.

Ta ki haraberleri ziyaret edene kadar.

Sabahın erken saatinde vardık. Önden yürüyordu. Yürüyüşüne bakan bir insan onun çocukluktan beri burada yaşadığına ve burayı avucunun içi gibi bildiğine yemin edebilirdi. Ben arkasından ayaklarımı sürüye sürüye yürüyordum, Soğuk bir kolayı kafaya dikmek, binlerce yıllık taşlardan birine oturup sigara içmek, sabah serinliğinde taşın üzerine uzanıp deliksiz bir uyku çekmek istiyordum. O yorulmuyordu, gerçi onu tanıdığım iki ay boyunca hiç yorulmamıştı. Bedeninin farklı bir materyalden yapıldığını düşünüyordum. Belki de sırtında küçük bir kapağı her sabah gizlice açıp içine en güçlü pillerden dolduruyordu.

Harabelerin tam ortasında yükselen yekpare, gri taştan yontulmuş sunağa gelince durdu. Taşın üzerinde hangi malzemeyle oyulduğunu anlamadığım kıvrımlı yarıklar bir yılanı andırıyordu. Sunağa yaklaştı, önce alnıyla, sonra parmak eklemleriyle, sonra avuç içleriyle dokundu. Ben aptal gibi bakıyordum, terliyordum, ağzım kurumuştu. Bir şeyler mırıldandı, bir dizi anlamsız cümle. O cümleler hala kafamda yankılanıyor, ölü bir dilin yankısı gibiydi. Ortadan kayboldu. Hayır, hayır öyle dumanlar çıkmadı, küçük patlamalar yaşanmadı… birden bire yok oldu. Sessiz ve törensiz bir gidişle kayboldu gözden.

Sonrası kaos. Bağırdım, yardım istedim. Yardımıma biri koşsa ve ne oldu dese verecek mantıklı bir yanıtım olmadığı için sustum. Tek istediğim geri dönmesiydi. Taşa onun dokunduğu sıralamayla dokundum. Duyduğum cümleleri –yarım yamalak- tekrarladım. Nafile çabaladığımı anlayana kadar ritüeli tekrar ettim.

Pek de inandırıcı gelmediğini biliyorum. Bazen oturup düşünüyorum. İki ay süren bir hayal görüp görmediğimi sorguluyorum. Belki de delirmiştim ve bunun farkında değilim. Sonra bunların bir hayal olmadığını, yaşadığım sefil hayata rağmen akıl sağlığımı da kaybetmediğimi, onun beni kullandığını anladım. Binlerce yıldır kapalı kalan bir kapıyı açması için ihtiyaç duyduğu anahtardan başka bir şey değildim. Geri dönmek için yanında onu seven birine ihtiyaç duyuyordu. Tıpkı daha önce kabilesini terk ettiği gibi bu zamanda da birini terk etmesi lazımdı ve bu kişi bendim.

Bazen de bütün bunları hesaplayarak yapmadığını düşünüyorum. Uyurkenki masumiyetini, küçük bir çocuk gibi bedenime sığınmasını, aslında komik olmayan şakalarıma gülmesi, gelecekten bahsederken susarak gözlerini bir noktaya sabitlemesi… bunları düşündüğümde bu hesapları yapabileceğini düşünmeyerek kendimi kullanılmış hissetmiyordum. Belki de beni gerçekten sevmişti. Belki de plan ve aşk farklı mefhumlardı ve onun kafasında asla bir araya gelmemişti.

Bu yaşanılanları birine inandırmak şöyle dursun kafamdaki soruları netleştirmek bile mümkün değil. Hiçbir deneyim insanın yaşama arzusundan güçlü değil. Bütün bu olaylardan sonra hayatıma kaldığım yerden devam ettim; benzin istasyonlarının berbat kahvelerini içtim, beni bir türlü tatmin etmeyen ve nikotin ihtiyacımı ortadan kaldırmayan sigaraları üst üste yaktım, şehirler arası otobüslerle üzgün şehirlere yolculuk yaptım ve geceleri rüya görmemi engelleyecek kadar içtim. Bazı günler uykum kaçana kadar içip kendimi sabahın erken saatlerinde harabelerde, sunağın karşısında oturup asla gerçekleşmeyecek bir geri dönüşü beklerken, kimse geri dönmeyince de kendimi ortadan kaybetmek için büyülü kelimeleri mırıldanırken buldum.

Bu iki aylık maceradan bana tek kalan odamda bıraktığı tişörtüydü. Tişörtü kapının arkasındaki askıya astım. Bir sabah uyandığımda onun da oradan kaybolacağına eminim. Bekliyorum.





Traducciones Vagas de Literatura Turca IV - Merhaba Canım de Arkadaş Zekai Özger

Hoy voy a compartir el poema Merhaba Canım de un poeta turco que me encanta. Intentaré traducir para ustedes mi poema favorito de este autor, que no dejó muchas obras debido a su prematura muerte -murió a los 25 años-. Soy de los que opinan que la poesía no se puede traducir. El concepto de «lost in translation» se aplica a todas las obras literarias, pero en mi opinión, esta pérdida se acentúa aún más en la poesía. Es casi imposible transmitir el sentido original al otro idioma, por lo que no voy a entrar en detalles y les ofreceré una traducción general. Como siempre, añadiré * al final de algunos versos y a continuación incluiré explicaciones sobre dichos versos. Que disfruten de la lectura.

Merhaba Canım / Hola Mi Querido

ben az konuşan çok yorulan biriyim

soy una persona que habla poco y se cansa mucho

şarabı helvayla içmeyi severim

me encanta tomar vino con halva*

hiç namaz kılmadım şimdiye kadar

hasta ahora nunca he rezado

annemi ve allahı da çok severim

amo mucho a mi madre y a dios

annem de allahı çok sever

mi madre también ama mucho a dios

biz bütün aile zaten biraz

de hecho, a toda mi familia le encantan un poco

allahı da kedileri çok severiz

los gatos y el dios

hayat trajik bir homoseksüeldir

la  vida es un homosexual trágico

bence bütün homoseksüeller adonistir biraz

a mi parecer, todos los homosexuales son un poco Adonis

çünki bütün sarhoşluklar biraz

y todas las borracheras son un poco

freüdün alkolsüz sayıklamalarıdır

el delirio sin alcohol de freud

siz inanmayın bir gün değişir elbet

aunque no se lo crean, algún día cambiará, sin duda

güneşe ve penise tapan rüzgarın yönü

el sentido del viento que adora al sol y al pene

çünki ben okumuştum muydu neydi

porque yo había leído en alguna parte

biryerlerde tanrılara kadın satıldığını

que se vendían mujeres a los dioses

ah canım aristophones

ay, mi querido Aristófanes

barışı ve eşek arılarını hiç unutmuyorum

siempre llevo en mente la paz y las abejas

ölümü de bir giz gibi içimde

también la muerte, que es un misterio dentro de mí

ölümü tanrıya saklıyorum

guardo la muerte para dios

ve bir gün hiç anlamıyacaksınız

sé que nunca entenderán

güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum

mi cuerpo, que crece hacia el sol y la masculinidad

düşüvericek ellerinizden ve

se les caerá de las manos y

bir gün elbette

algún día, sin duda

zeki müreni seveceksiniz

les encantará Zeki Müren**

(zeki müreni seviniz)

(que les encante Zeki Müren)


* un tipo de dulce muy famoso en Turquía, Iran y Pakistan.

** Zeki Müren era un cantante turco que usaba vestidos afeminados, llevaba anillos grandes, recargado y pesado maquillaje, sobre todo en los últimos años de su vida. En muchos sentidos, tuvo un papel pionero favoreciendo una mayor aceptación de la homosexualidad en la sociedad turca. 






Kısa Hikayelerim IV - Şikayet Hattı

Kedilerden şikâyetçiyim ve bu şikayetimi ilgili makamlara iletmek istiyorum. Bunun için saatlerce internet araştırması yaptım. Bütün bu çabamın sonunda konuyla ilgili bir makam olmadığını biraz hayret biraz da öfkeyle öğrendim. Aslında bir telefon numarası buldum. Uzun bir süre sıkıcı bir müzik eşliğinde bekledikten sonra ilgisiz ses tonuyla konuşan memur aradığım numaranın böyle bir hizmeti bulunmadığını, sokakta başıboş hayvanlar varsa onları toplayabileceklerini söyledi. Nasıl böyle bir hizmetin bulunmadığını, ülkede milyonlarca insanın kedi sahibi olduğunu, illa ki böyle bir hizmetin var olması gerektiğini belirttim. Bu konuda şikayet kaydımı oluşturup üst makamlara iletmesini talep ettim. Verdiği hizmetin kalitesi hakkında onu uzun süre sıkıştırdıktan sonra bana farklı bir telefon numarası verdi. Verdiği numarayı aramaya çalıştığımda yine ilgisiz bir ses (bu defa insan bile değil, sadece bir kayıt) aradığım numaranın yanlış olduğunu söyledi. Benden kurtulmak için kafadan bir numara uydurduğunu anladım.

Kendime bir kahve hazırladım, çalışma masamın başına geçtim ve milyonlarca kedi sahibinin sesi olarak ne yapabilirim diye düşünüp durdum.

Mesele şu; üç gün önce kedim kayboldu. Önceleri “dolaşmaya çıkmıştır, nasılsa geri döner” diye düşündüm. Kedilerin içlerinde taşıdığı doğal pusulaya, onları nereye bırakırsanız bırakın eve dönmelerini sağlayan anlaşılması güç gps sistemine güvendim. Balkona dolanan sarmaşığın kalın dallarına tutunarak bahçeye indiği ve yine aynı yerden tırmanarak eve döndüğü günler daha önce de olmuştu.

Kaynak: https://www.instagram.com/kediciressam/ 


Birini kaybettiğimizde veya bir sevdiğimize ulaşamadığımızda yaşadığımız süreçler benzerdir. Birinci adımda yaşanılanın geçici bir süreç olduğunu düşünürüz. Kaybolan veya ulaşamadığımız kişilerin aslında iyi olduğunu, bir aksilik yaşadığını, kısa bir süre sonra iletişimin tekrar kurulacağını düşünerek kendimizi rahatlatır, aklımızın bir kısmını o kişide bırakarak gündelik işlerimizi yapmaya devam ederiz.

Günlerdir balkon kapısını kapatmadan uyuyorum. Sabahları heyecanla uyanıp önce yatağımı –yatağın kenarına kıvrılıp uyumayı severdi– sonra da evin tamamını kontrol ediyorum. Dönmesi gerekiyor –döneceğinden eminim– ama o dönmüyor.

Kaybın ikinci adımında sebep-sonuç ilişkisi kurmaya çalışırız.

Oturup düşündüm. Bir defasında çalışırken sinirlenmiş, onu odadan çıkararak kapıyı suratına kapatmış ve salonda izole etmiştim. Başka bir gün kahvemi döktüğü için onu azarlamıştım. Bir keresinde de elektrikli süpürgeyi çalıştırdığımda –kedilerin dünyasında elektrikli süpürge yedi başlı devdir– onun yakınlarındaki yerleri temizlemek suretiyle onu korkutmuştum. Yemeğini geç verdiğim hatta eve yorgun dönüp kendimi yatağa zor bıraktığım günlerde “sabah yesin, bir şey olmaz” diyerek hiç vermediğim olmuştu. Sinirli ve mutsuz olduğum günlerde –ki sayıları oldukça fazladır– ayaklarıma sırnaşmasını umursamayıp istediği sevgiyi ondan esirgediğim, kumunu temizlemem gerekirken bu görevi ertelediğim olmuştu. Bu günleri hatırlayınca kedinin aslında kaybolmadığı, bütün bunları içinde biriktirdiği ve sonunda dayanamayıp beni terk ettiği sonucuna vardım. Bir kedi tarafından terk edilmek... Yemeğini verdiğin, veterinere götürdüğün, aşılarını yaptırdığın, tüylerini kırptırdığın, kumunu temizlediğin, bütün bu ilgi ve özen karşılığında arada bir mırıldamasından ve kafasını ayağınıza sürtmesinden başka hiçbir şey beklemediğin bir canlının sizi terk etmesi… İnsanın başına gelebilecek en korkunç şey bu olsa gerek.

Bir kedi tarafından terk edilmiş olmak düşüncesi ağır gelmiş olacak ki, aslında terk edilmediğimi düşündüm, kedinin geri dönmemesinin sebebinin başına bir şeyler gelmesi olduğuna kendimi ikna ettim.

Evet, öyleydi. Kedi beni terk etmiş olamazdı, kesin başına bir şeyler gelmişti. O güçlü reflekslerine rağmen yolun karşısına geçerken bir tereddüt yaşamış ve bir arabanın altında ezilmişti. Mahallenin haşarı çocukları onu dışarıda görünce taş yağmuruna tutmuştu. İnsan suretli manyağın biri durduk yerde onu tekmelemişti. Belediyen çalışanları sokakta başıboş hayvan gezmesin diye onu yakalamış ve bir kafese kapatmıştı. Kedim bu olası olaylardan herhangi biri yüzünden hayatını kaybetmiş veya geri dönemeyeceği bir yere konulmuştu. O yüzdendi sarmaşığa tutunup eve tırmanmaması. Beni terk ettiğinden değil.

Belki de beni terk etmiş olması, ölmüş olması fikrinden ağır bastığı için böyle düşünüyordum ve kedi tam da bu yüzden, tam da bu düşünce biçimim yüzünden beni terk etmişti.

Geçenlerde bir yerlerde okumuştum. Bazı kedilerin birden fazla evi olabiliyormuş. Kafalarına göre bir gün bir evde, sonraki gün diğer evde kalabiliyorlarmış. Belki de yeni bir ev bulmuştur, yeni sahiplerinin açtığı yaş mamayı yiyordur şimdi. Onlardan sıkılınca gelecektir. Ama görür o! Hayatta almam eve. Gitsin diğer evde yaşasın. Yıllarca kendisine sahip çıkan insanı bırakıp başka evlerde yaş mama yiyip yumuşak koltuklarda mırıldaya mırıldaya uyuyan kedileri şikâyet edebileceğimiz bir yer yok mu?

Siz bakmayın böyle konuştuğuma. Başına kötü bir şey gelmesin de isterse başka bir evi daha olsun. Önemli olan hayatta olması. Kedilerin bir kötü huyu da onca birliktelikten, anlam yüklemesi zor olan paylaşımdan sonra ölüyor olmaları. İnsana binlerce hatıra bırakıp ölüp giden kedileri şikâyet edebileceğimiz bir yer yok mu gerçekten?

Birini kaybettiğimizde en son aşama bize geri dönmesini beklemek olur. Ne halde olursa olsun, nereye giderse gitsin, ne yaşamış olursa olsun geri dönmesi. Kedimden de onun evden kaçmasına neden olan kendimden de şikayetçi olabileceğim bir yer arıyorum.


Gaziantep - Ekim 2025




Blog Takipçileri

Acción Poética

Acción Poética

Joyas de America Latina

Joyas de America Latina
santiago Roncagliolo