Kesitler - Roberto Bolaño - Otobiyografilere Karşı

Ne zaman bu seriye yeni bir yazı eklesem hep aynı cümlelerle giriş yaptığımı fark ettim. Bunun ne kadar sıkıcı ve zaten az olan blog okurunu kaçırmaya ne kadar müsait bir tarz olduğunu biliyorum. Tıpkı youtube'da video açılışı yaparken "kanalıma hoş geldiniz arkadaşlar" diyen kanalların dandik kanallar olması gibi, "serinin bu yazısında falanca yazardan filanca kesiti paylaşıyorum" demek de buram buram varoşluk kokuyor. Bu varoşluğun bünyede yarattığı eziyet hissi, paylaşılacak kesit Roberto Bolaño gibi bir isme ait olduğunda başedilemez bir ızdıraba dönüşüyor. Hani ilham perisi bir türlü gelmeyen yazar klişesi/karikatürü vardır ya; hani şu kağıdı daktilodan hırsla çeken, piposunu tüttürüp gözlüğünün üzerinden bakarak yazdıklarını bir kere daha okurken sinirlenip kağıdı buruşturup top haline getiren röpdöşambırlı yazar... işte tam da şu anda bilmem kaç inçlik bilgisayar monitörünü buruşturasım geldi benim de. Ama ne daktilom var -klavye icat oldu yazarlık bozuldu- ne ağzımda bir pipo, ne de röpdeşambır giyiyorum. (fransızca robe de chambre yani ev/oda elbisesinden geçmiştir dilimize). 

Neyse artık, bu varoşluk ve dandiklik tartışmasını keseyim burada. Benim için büyük yazı ustalarından biri olan Roberto Bolaño'nun otobiyografiler hakkındaki görüşlerini aşağıya ekliyorum. Çeviriyi biraz hızlı yaptım ama yine de özendim. Beğenilerinize ve istifadelerinize sunuyorum.

 


Bana göre otobiyografi ile edebiyat arasındaki tesadüfi bir ilişki vardır: Maceraperest bir hayat süren yazarlar da var, ömürleri boyunca köylerinden, evlerinden -daha doğrusu şatolarından- dışarı çıkmamış olanlar da. Her yazar elinden geldiğince bir şeyler yazar ve yazdığını bırakır. Örneğin Salgari, Asya’yı -yalnızca Malezya’yı değil, bütün Asya’yı- hayallerinde kurgulamıştır, oysa Torino’dan mıydı, Milano’dan mı, artık hatırlamıyorum, hiçbir zaman dışarı çıkmamıştı. Raymond Roussel ise bütün dünyayı dolaştı, fakat o yolculuklarını yalnızca bir “hareketli kalmak” bahanesiyle yapmış; gezdiği yerlerin hiçbirine zerre kadar ilgi duymamıştı. Balzac bir monarşistti, ama eserleri derinlemesine cumhuriyetçidir: işte bu, akıl almaz bir yolculuktur. Stendhal’ın hayatı başlı başına bir romandı, ama yaşadığı bu hayat eserlerine pek az yansımıştır; kendi yaşamından çok, başkalarının romanlık hayatları onun ilgisini çekmiştir. Latin Amerika’da, bana kalırsa, en otobiyografik yazar -insanların genellikle düşündüğünün tersine- Borges’tir. Bir yerde kurgulanmış hayaletlerin gerçekten var olmasıyla tamamen zihnimizin bir ürünü olması arasında fark da görmüyorum. 

Birkaç istisna dışında -Saint-Simon ya da Perec’in çocukluk anıları gibi- anı kitaplarından nefret ederim. Anı kitapları genellikle abartılı olur, kimi zaman kitabın adından bile anlaşılır bu. Mesela “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”, bu şimdiye dek konmuş en aptal kitap adlarından biridir. Hiç kimse -en ahmak işkenceci bile- birine yaşadığını itiraf ettirmeye çalışmaz. Var olmayan bir soruya verilmiş aptalca bir cevaba benziyor bu isim. Latin Amerika edebiyatı -ya da kendini beğenmiş budalaların “Latin Amerika edebiyatı” dediği şey- anı kitaplarıyla doludur; çoğu, ya cahil ya da sıkıcı insanlar tarafından yazılmıştır. Aslında, anı kitabı yazmasına izin verilmesi gereken tek kişiler, gözükara maceracılar, porno film oyuncuları, büyük dedektifler, uyuşturucu tacirleri ve dilencilerdir.

Traducciones Vagas de Literatura Turca V - İstanbul de Cahit Külebi

La persistencia es un concepto absurdo - o me parece absurdo. Me refiero a la persistencia y continuidad de la vida, a la resiliencia de la humanidad frente a todas las experiencias vitales, a través del concepto de lo absurdo. Algunos acontecimientos cotidianos que creemos que nos derretirán, como los objetos del cuadro de Dalí "La Persistencia de la Memoria", no acaban allí, y nos llevan de Dali a Nietzsche con la idea de que "lo que no nos mata nos hace más fuertes". Seguimos viviendo y, mientras sigamos viviendo, nuestra serie de artículos seguirá publicándose. El invitado de este artículo de la serie es Cahit Külebi y uno de sus poemas más famosos, el poema de Estambul.

Hay poetas que no escriben sobre ciudades, sino sobre la pérdida que las ciudades esconden. Cahit Külebi fue uno de ellos. En su poema “İstanbul”, el poeta no canta la belleza del Bósforo ni las cúpulas doradas del atardecer; canta el desarraigo, la distancia que se abre entre quien fuimos y quien llegamos a ser cuando el mundo, de pronto, cambia de agua, de aire, de tierra. El poema empieza con una imagen absurda y doméstica: 

Camiones cargaban melones
y yo Siempre pensaba en ella

La libertad, dice Külebi, no estaba en la ciudad, sino en la infancia. Estambul, en cambio, representa el fin de algo: la madurez, la soledad, el desengaño. agua distinta, aire distinto, tierra distinta. El verbo “cambiar” cae como una condena: lo que era familiar se transforma en otra cosa, irreconocible. 

El poema termina con una imagen de rutina -los camiones siguen cargando melones- pero ahora el sujeto ha cambiado: pero en mí la canción se ha terminado. Külebi logra que lo cotidiano se convierta en símbolo del desarraigo. 

Estambul no es un lugar: es el momento exacto en que el alma deja de cantar. Ya desde el primer verso, la ciudad se queda fuera de cuadro. Estambul no aparece, sino como eco de otra vida, una anterior, donde el yo poético -en su pueblo de Niksar- era libre como “un pequeño gorrión”. Luego el mundo cambió de repente El ritmo se vuelve casi litúrgico, con repeticiones que suenan como plegarias o recuerdos que no se disuelven. de nuevo camiones cargan melones Esa línea es un epitafio: la vida continúa afuera, los camiones pasan, la fruta rueda por la carretera, pero la música interior ha cesado.

Les comparto una traducción vaga de esta bella poema. Espero que te guste. 

El Poeta

La Poema:

İstanbul

Estambul

Kamyonlar kavun taşır ve ben

Camiones cargaban melones y yo

Boyuna onu düşünürdüm,

Siempre pensaba en ella,

Kamyonlar kavun taşır ve ben

Camiones cargaban melones y yo

Boyuna onu düşünürdüm,

Siempre pensaba en ella,

Niksar\'da evimizdeyken

en Niksar, en nuestra casa

Küçük bir serçe kadar hürdüm.

era libre, como un pequeño gorrión

 

 

Sonra âlem değişiverdi

De repente cambió el todo

Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.

Agua, aire, tierra, todo...

Sonra âlem değişiverdi

De repente cambió el todo

Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.

Agua, aire, tierra, todo...

Mevsimler ne çabuk geçiverdi

De prisa pasaron las estaciones

Unutmak, unutmak, unutmak.

Olvidar, olvidar, olvidar.

 

 

Anladım bu şehir başkadır

Comprendí que esta ciudad no es la misma,

Herkes beni aldattı gitti,

Que todos me engañaron y se fueron,

Anladım bu şehir başkadır

Comprendí que esta ciudad no es la misma,

Herkes beni aldattı gitti,

Que todos me engañaron y se fueron,

Yine kamyonlar kavun taşır

Camiones siguen cargando melones

 

 

Fakat içimde şarkı bitti.

pero la canción que llevaba dentro, se acabó.

Bonus:
Para aquellos que quieran escuchar la versión compuesta de este poema, la dejo aquí.





Kısa Hikayelerim V - Zaman Tüneli

 Birkaç ay önce bir barda tanıştık. Her zamanki gibi tek başınaydım, her zamanki gibi yeterince, daha doğrusu gece rüya görmeyecek kadar içmek için ordaydım. Barda oturmuş, cin-tonik içiyordu, bakışları bardakta erimekte olan buza sabitlenmişti. Yanlış hatırlamıyorsam televizyonda sıkıcı bir futbol maçı vardı ve barmen esneyip duruyordu. Her şey olması gibiydi; o hariç.

Konuşmaya başladık. Banal konulardan bahsettik: benzinliklerdeki kahvenin kötülüğünden,  küçük şehirlere yapılan hüzünlü otobüs yolculuklarından, seksenli yıllarda çekilen ve asla güzel bir finale sahip olmayan korku filmlerinden. Donuk bir tebessümle dinliyordu, sanki her kelimem onun bir işine yarıyordu ama beni tanımak için değil, tartmak, kalibre etmek ve hakkımda sentetik bir fikir edinmek için. Konuşmanın bir yerinde güneyde bir yerlerde harabeler bulunduğunu, oraya gitmesi gerektiğini, harabelerin onu beklediğini söyledi. Güldüm, arkeolog olup olmadığını sordum, yanıt vermedi.

İki ay kadar görüşmemiz devam etti. Ucuz barlarda kahvaltı yaptık, sokak köpekleriyle dolu sokaklarda yürüdük, parklarda konuşmadan uzun uzun oturduk. Her buluşmamızın ardından benden sıkıldığını düşündüm, her an bir iz bırakmadan hayatımdan çıkıp gidecek gibi hissettim. Ama öyle olmadı, her seferinde geri döndü. Sefil rutinimle ucuz barlarda kendimi unutana kadar içmeye alışkın olan, onun bir tür mucize olduğuna inanmaya başlamıştım.

Ta ki haraberleri ziyaret edene kadar.

Sabahın erken saatinde vardık. Önden yürüyordu. Yürüyüşüne bakan bir insan onun çocukluktan beri burada yaşadığına ve burayı avucunun içi gibi bildiğine yemin edebilirdi. Ben arkasından ayaklarımı sürüye sürüye yürüyordum, Soğuk bir kolayı kafaya dikmek, binlerce yıllık taşlardan birine oturup sigara içmek, sabah serinliğinde taşın üzerine uzanıp deliksiz bir uyku çekmek istiyordum. O yorulmuyordu, gerçi onu tanıdığım iki ay boyunca hiç yorulmamıştı. Bedeninin farklı bir materyalden yapıldığını düşünüyordum. Belki de sırtında küçük bir kapağı her sabah gizlice açıp içine en güçlü pillerden dolduruyordu.

Harabelerin tam ortasında yükselen yekpare, gri taştan yontulmuş sunağa gelince durdu. Taşın üzerinde hangi malzemeyle oyulduğunu anlamadığım kıvrımlı yarıklar bir yılanı andırıyordu. Sunağa yaklaştı, önce alnıyla, sonra parmak eklemleriyle, sonra avuç içleriyle dokundu. Ben aptal gibi bakıyordum, terliyordum, ağzım kurumuştu. Bir şeyler mırıldandı, bir dizi anlamsız cümle. O cümleler hala kafamda yankılanıyor, ölü bir dilin yankısı gibiydi. Ortadan kayboldu. Hayır, hayır öyle dumanlar çıkmadı, küçük patlamalar yaşanmadı… birden bire yok oldu. Sessiz ve törensiz bir gidişle kayboldu gözden.

Sonrası kaos. Bağırdım, yardım istedim. Yardımıma biri koşsa ve ne oldu dese verecek mantıklı bir yanıtım olmadığı için sustum. Tek istediğim geri dönmesiydi. Taşa onun dokunduğu sıralamayla dokundum. Duyduğum cümleleri –yarım yamalak- tekrarladım. Nafile çabaladığımı anlayana kadar ritüeli tekrar ettim.

Pek de inandırıcı gelmediğini biliyorum. Bazen oturup düşünüyorum. İki ay süren bir hayal görüp görmediğimi sorguluyorum. Belki de delirmiştim ve bunun farkında değilim. Sonra bunların bir hayal olmadığını, yaşadığım sefil hayata rağmen akıl sağlığımı da kaybetmediğimi, onun beni kullandığını anladım. Binlerce yıldır kapalı kalan bir kapıyı açması için ihtiyaç duyduğu anahtardan başka bir şey değildim. Geri dönmek için yanında onu seven birine ihtiyaç duyuyordu. Tıpkı daha önce kabilesini terk ettiği gibi bu zamanda da birini terk etmesi lazımdı ve bu kişi bendim.

Bazen de bütün bunları hesaplayarak yapmadığını düşünüyorum. Uyurkenki masumiyetini, küçük bir çocuk gibi bedenime sığınmasını, aslında komik olmayan şakalarıma gülmesi, gelecekten bahsederken susarak gözlerini bir noktaya sabitlemesi… bunları düşündüğümde bu hesapları yapabileceğini düşünmeyerek kendimi kullanılmış hissetmiyordum. Belki de beni gerçekten sevmişti. Belki de plan ve aşk farklı mefhumlardı ve onun kafasında asla bir araya gelmemişti.

Bu yaşanılanları birine inandırmak şöyle dursun kafamdaki soruları netleştirmek bile mümkün değil. Hiçbir deneyim insanın yaşama arzusundan güçlü değil. Bütün bu olaylardan sonra hayatıma kaldığım yerden devam ettim; benzin istasyonlarının berbat kahvelerini içtim, beni bir türlü tatmin etmeyen ve nikotin ihtiyacımı ortadan kaldırmayan sigaraları üst üste yaktım, şehirler arası otobüslerle üzgün şehirlere yolculuk yaptım ve geceleri rüya görmemi engelleyecek kadar içtim. Bazı günler uykum kaçana kadar içip kendimi sabahın erken saatlerinde harabelerde, sunağın karşısında oturup asla gerçekleşmeyecek bir geri dönüşü beklerken, kimse geri dönmeyince de kendimi ortadan kaybetmek için büyülü kelimeleri mırıldanırken buldum.

Bu iki aylık maceradan bana tek kalan odamda bıraktığı tişörtüydü. Tişörtü kapının arkasındaki askıya astım. Bir sabah uyandığımda onun da oradan kaybolacağına eminim. Bekliyorum.





Traducciones Vagas de Literatura Turca IV - Merhaba Canım de Arkadaş Zekai Özger

Hoy voy a compartir el poema Merhaba Canım de un poeta turco que me encanta. Intentaré traducir para ustedes mi poema favorito de este autor, que no dejó muchas obras debido a su prematura muerte -murió a los 25 años-. Soy de los que opinan que la poesía no se puede traducir. El concepto de «lost in translation» se aplica a todas las obras literarias, pero en mi opinión, esta pérdida se acentúa aún más en la poesía. Es casi imposible transmitir el sentido original al otro idioma, por lo que no voy a entrar en detalles y les ofreceré una traducción general. Como siempre, añadiré * al final de algunos versos y a continuación incluiré explicaciones sobre dichos versos. Que disfruten de la lectura.

Merhaba Canım / Hola Mi Querido

ben az konuşan çok yorulan biriyim

soy una persona que habla poco y se cansa mucho

şarabı helvayla içmeyi severim

me encanta tomar vino con halva*

hiç namaz kılmadım şimdiye kadar

hasta ahora nunca he rezado

annemi ve allahı da çok severim

amo mucho a mi madre y a dios

annem de allahı çok sever

mi madre también ama mucho a dios

biz bütün aile zaten biraz

de hecho, a toda mi familia le encantan un poco

allahı da kedileri çok severiz

los gatos y el dios

hayat trajik bir homoseksüeldir

la  vida es un homosexual trágico

bence bütün homoseksüeller adonistir biraz

a mi parecer, todos los homosexuales son un poco Adonis

çünki bütün sarhoşluklar biraz

y todas las borracheras son un poco

freüdün alkolsüz sayıklamalarıdır

el delirio sin alcohol de freud

siz inanmayın bir gün değişir elbet

aunque no se lo crean, algún día cambiará, sin duda

güneşe ve penise tapan rüzgarın yönü

el sentido del viento que adora al sol y al pene

çünki ben okumuştum muydu neydi

porque yo había leído en alguna parte

biryerlerde tanrılara kadın satıldığını

que se vendían mujeres a los dioses

ah canım aristophones

ay, mi querido Aristófanes

barışı ve eşek arılarını hiç unutmuyorum

siempre llevo en mente la paz y las abejas

ölümü de bir giz gibi içimde

también la muerte, que es un misterio dentro de mí

ölümü tanrıya saklıyorum

guardo la muerte para dios

ve bir gün hiç anlamıyacaksınız

sé que nunca entenderán

güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum

mi cuerpo, que crece hacia el sol y la masculinidad

düşüvericek ellerinizden ve

se les caerá de las manos y

bir gün elbette

algún día, sin duda

zeki müreni seveceksiniz

les encantará Zeki Müren**

(zeki müreni seviniz)

(que les encante Zeki Müren)


* un tipo de dulce muy famoso en Turquía, Iran y Pakistan.

** Zeki Müren era un cantante turco que usaba vestidos afeminados, llevaba anillos grandes, recargado y pesado maquillaje, sobre todo en los últimos años de su vida. En muchos sentidos, tuvo un papel pionero favoreciendo una mayor aceptación de la homosexualidad en la sociedad turca. 






Kısa Hikayelerim IV - Şikayet Hattı

Kedilerden şikâyetçiyim ve bu şikayetimi ilgili makamlara iletmek istiyorum. Bunun için saatlerce internet araştırması yaptım. Bütün bu çabamın sonunda konuyla ilgili bir makam olmadığını biraz hayret biraz da öfkeyle öğrendim. Aslında bir telefon numarası buldum. Uzun bir süre sıkıcı bir müzik eşliğinde bekledikten sonra ilgisiz ses tonuyla konuşan memur aradığım numaranın böyle bir hizmeti bulunmadığını, sokakta başıboş hayvanlar varsa onları toplayabileceklerini söyledi. Nasıl böyle bir hizmetin bulunmadığını, ülkede milyonlarca insanın kedi sahibi olduğunu, illa ki böyle bir hizmetin var olması gerektiğini belirttim. Bu konuda şikayet kaydımı oluşturup üst makamlara iletmesini talep ettim. Verdiği hizmetin kalitesi hakkında onu uzun süre sıkıştırdıktan sonra bana farklı bir telefon numarası verdi. Verdiği numarayı aramaya çalıştığımda yine ilgisiz bir ses (bu defa insan bile değil, sadece bir kayıt) aradığım numaranın yanlış olduğunu söyledi. Benden kurtulmak için kafadan bir numara uydurduğunu anladım.

Kendime bir kahve hazırladım, çalışma masamın başına geçtim ve milyonlarca kedi sahibinin sesi olarak ne yapabilirim diye düşünüp durdum.

Mesele şu; üç gün önce kedim kayboldu. Önceleri “dolaşmaya çıkmıştır, nasılsa geri döner” diye düşündüm. Kedilerin içlerinde taşıdığı doğal pusulaya, onları nereye bırakırsanız bırakın eve dönmelerini sağlayan anlaşılması güç gps sistemine güvendim. Balkona dolanan sarmaşığın kalın dallarına tutunarak bahçeye indiği ve yine aynı yerden tırmanarak eve döndüğü günler daha önce de olmuştu.

Kaynak: https://www.instagram.com/kediciressam/ 


Birini kaybettiğimizde veya bir sevdiğimize ulaşamadığımızda yaşadığımız süreçler benzerdir. Birinci adımda yaşanılanın geçici bir süreç olduğunu düşünürüz. Kaybolan veya ulaşamadığımız kişilerin aslında iyi olduğunu, bir aksilik yaşadığını, kısa bir süre sonra iletişimin tekrar kurulacağını düşünerek kendimizi rahatlatır, aklımızın bir kısmını o kişide bırakarak gündelik işlerimizi yapmaya devam ederiz.

Günlerdir balkon kapısını kapatmadan uyuyorum. Sabahları heyecanla uyanıp önce yatağımı –yatağın kenarına kıvrılıp uyumayı severdi– sonra da evin tamamını kontrol ediyorum. Dönmesi gerekiyor –döneceğinden eminim– ama o dönmüyor.

Kaybın ikinci adımında sebep-sonuç ilişkisi kurmaya çalışırız.

Oturup düşündüm. Bir defasında çalışırken sinirlenmiş, onu odadan çıkararak kapıyı suratına kapatmış ve salonda izole etmiştim. Başka bir gün kahvemi döktüğü için onu azarlamıştım. Bir keresinde de elektrikli süpürgeyi çalıştırdığımda –kedilerin dünyasında elektrikli süpürge yedi başlı devdir– onun yakınlarındaki yerleri temizlemek suretiyle onu korkutmuştum. Yemeğini geç verdiğim hatta eve yorgun dönüp kendimi yatağa zor bıraktığım günlerde “sabah yesin, bir şey olmaz” diyerek hiç vermediğim olmuştu. Sinirli ve mutsuz olduğum günlerde –ki sayıları oldukça fazladır– ayaklarıma sırnaşmasını umursamayıp istediği sevgiyi ondan esirgediğim, kumunu temizlemem gerekirken bu görevi ertelediğim olmuştu. Bu günleri hatırlayınca kedinin aslında kaybolmadığı, bütün bunları içinde biriktirdiği ve sonunda dayanamayıp beni terk ettiği sonucuna vardım. Bir kedi tarafından terk edilmek... Yemeğini verdiğin, veterinere götürdüğün, aşılarını yaptırdığın, tüylerini kırptırdığın, kumunu temizlediğin, bütün bu ilgi ve özen karşılığında arada bir mırıldamasından ve kafasını ayağınıza sürtmesinden başka hiçbir şey beklemediğin bir canlının sizi terk etmesi… İnsanın başına gelebilecek en korkunç şey bu olsa gerek.

Bir kedi tarafından terk edilmiş olmak düşüncesi ağır gelmiş olacak ki, aslında terk edilmediğimi düşündüm, kedinin geri dönmemesinin sebebinin başına bir şeyler gelmesi olduğuna kendimi ikna ettim.

Evet, öyleydi. Kedi beni terk etmiş olamazdı, kesin başına bir şeyler gelmişti. O güçlü reflekslerine rağmen yolun karşısına geçerken bir tereddüt yaşamış ve bir arabanın altında ezilmişti. Mahallenin haşarı çocukları onu dışarıda görünce taş yağmuruna tutmuştu. İnsan suretli manyağın biri durduk yerde onu tekmelemişti. Belediyen çalışanları sokakta başıboş hayvan gezmesin diye onu yakalamış ve bir kafese kapatmıştı. Kedim bu olası olaylardan herhangi biri yüzünden hayatını kaybetmiş veya geri dönemeyeceği bir yere konulmuştu. O yüzdendi sarmaşığa tutunup eve tırmanmaması. Beni terk ettiğinden değil.

Belki de beni terk etmiş olması, ölmüş olması fikrinden ağır bastığı için böyle düşünüyordum ve kedi tam da bu yüzden, tam da bu düşünce biçimim yüzünden beni terk etmişti.

Geçenlerde bir yerlerde okumuştum. Bazı kedilerin birden fazla evi olabiliyormuş. Kafalarına göre bir gün bir evde, sonraki gün diğer evde kalabiliyorlarmış. Belki de yeni bir ev bulmuştur, yeni sahiplerinin açtığı yaş mamayı yiyordur şimdi. Onlardan sıkılınca gelecektir. Ama görür o! Hayatta almam eve. Gitsin diğer evde yaşasın. Yıllarca kendisine sahip çıkan insanı bırakıp başka evlerde yaş mama yiyip yumuşak koltuklarda mırıldaya mırıldaya uyuyan kedileri şikâyet edebileceğimiz bir yer yok mu?

Siz bakmayın böyle konuştuğuma. Başına kötü bir şey gelmesin de isterse başka bir evi daha olsun. Önemli olan hayatta olması. Kedilerin bir kötü huyu da onca birliktelikten, anlam yüklemesi zor olan paylaşımdan sonra ölüyor olmaları. İnsana binlerce hatıra bırakıp ölüp giden kedileri şikâyet edebileceğimiz bir yer yok mu gerçekten?

Birini kaybettiğimizde en son aşama bize geri dönmesini beklemek olur. Ne halde olursa olsun, nereye giderse gitsin, ne yaşamış olursa olsun geri dönmesi. Kedimden de onun evden kaçmasına neden olan kendimden de şikayetçi olabileceğim bir yer arıyorum.


Gaziantep - Ekim 2025




Kısa Hikayelerim III - Ayabakanlar

 Tarla, Santa Monte kasabasındaydı. Kasaba turistik haritalarda görülmüyordu ama yine de belirli bir grup insanı kendine çekiyordu: fakir astrologlar, başarısız botanikçiler, müstakbel sanatçılar, pastoral şairler, amatör gizem avcıları... Tarlada kimsenin nasıl açıklayacağını bilemediği tuhaf bir şey vardı: ayçiçekleri diğer tarlalarda olduğu gibi büyüyordu ama güneşi takip etmiyorlardı. Aksine, onu görmezden geliyor gibiydiler. Sabahları ışık canlarını yakıyormuş gibi eğiliyorlar, akşamları ise bulutların arkasına da saklansa aya doğru bakıyorlardı.


Bu gizem ilk başlarda Marta ve Ramon için çok da önemli görünmüyordu. Onlar için ayçiçekleri ve onların güneşe karşı sessiz isyanı anlamsızdı; sadece bulundukları yerin tuhaflığını daha da belirgin hale getiren bir vakaydı. Yavaş yavaş tarla ve içindeki çiçekler onları yutmaya başladı. Bu bölgeyi anlamak için gereğinden fazla çaba sarf etmenin bir tuzak, kimsenin kabul etmemesi gereken bir davet olduğu söylenirdi. Kimse bunu açıkça dile getirmezdi ama kasabanın fısıltı gazetesinin manşeti hep bu konuydu. Bu gizemi saplantı haline getirenlerin sonunda kayıplara karıştığı, tıpkı gün doğumunda ayın kaybolması gibi yitip gittiği söyleniyordu.

Marta bir Temmuz günü, kırık bavulu ve devasa bir üzüntüyü yansıtan bakışlarıyla çıkageldi. Teyzesi Laura hiçbir şey sormadan onu yanına aldı, ona göre kaybolmak üzere olan birine yardım etmenin en iyi yolu sessiz kalmaktı. Laura seksenli yaşlarına ulaşmıştı, günleri sayıyordu ve artık yaşama inancı tükenmişti. Hassasiyetle tespih çekiyor, ağzından dökülen Ave Maria ve Salve duaları etrafında yıkılmakta olan dünyaya, bu tuhaf ve karanlık mekâna karşı aklını koruyan bir kalkana dönüşüyordu.

Ramon daha sonra geldi kasabaya. Yıpranmış turuncu defteri, kelimeler gördüklerini ya da hissettiklerini anlatmaya yetmiyormuş gibi her zaman yarım bıraktığı cümleleri, yanından hiç ayırmadığı kayıt cihazı ve “Gizem Dünyası” kitabının yıpranmış bir baskısıyla ortalıkta dolanıp dururdu. Bu tarlanın bir bilmece, dünyanın işleyiş mantığında açılmış bir gedik olduğunu, ayçiçeklerinin başka bir varlığa dönüştüğünü söylüyordu. “Bunlar çiçek değil, gizli bir sırrın taşıyıcıları. Çok az insanın anlamaya hazır olduğu bir alamet.”

Marta ve Ramon, kasabada huzur bulmadıkları konusunda hemfikirdi. Huzurlu olmadığı yerde mecburiyetten duran insanların zamanla kazandığı kayıtsızlık duygusu bu iki yabancıyı birbirine yaklaştırmıştı.Akşam serinliği çöktüğünde tarlanın yakınında buluşuyorlardı. Marta’nın elinde bir termos soğuk kahve ve asla bitiremediği bir paket vanilyalı bisküvi, Ramon’un elinde ise kayıt cihazı ve sayfaları koparılıp yeniden içine tıkılmış turuncu defteri olurdu. Marta gergin olduğunda dudağını ısırır, Ramon’un dikkatsizce yere saçtığı sayfaları toplar, Ramon hiç ara vermeden sigara içer ve Marta ne zaman bir soru sorsa, daha zor bir soruyla cevap verirdi. Fazla konuşmuyorlardı ama birlikte geçirdikleri zamanın tuhaf bir ritmi, sadece kendilerinin duyduğu sessiz bir müziği vardı.

Laura’nın mutfağında yenilen akşam yemekleri yetersiz ve sadeydi: bayat ekmek, ucuz peynir ve tadı reçelden başka her şeye benzeyen ama aynı zamanda hiçbir şeye benzemeyen bir reçel. Yemeklerden sonra Laura kilere girer, bir süre gürültüyle ortalığı karıştırır ve elinde tozlanmış, içini göstermeyecek kadar siyah bir şişeyle çıkardı. Manastır rahibelerinin giydiğine benzeyen upuzun eteğiyle şişenin tozunu temizler “kuzeydeki bağlardan geldi, Jose getirdi bunları. Zavallıcık, atı uçuruma atlayınca vefat eden Jose var ya, hah işte o!” diyerek şişeyi masaya bırakır ve odasına tespih çekip dua etmeye giderdi. Ne Marta’nın ne de Ramon’un Jose diye birinden haberi vardı. Onu hiç görmedikleri gibi adını da sadece Laura Teyze’den duyarlardı. Kasabada öyle biri yaşamıyordu. Buna rağmen ikisi de bu garip şişelerdeki harika şaraplar için Jose’ye müteşekkirdi.

Şarabı içerken mutfak masasına yan yana oturur saatlerce tarlayı izlerlerdi. Çiçeklerin hep birlikte, bir ordu disipliniyle kafalarını gökyüzüne çevirmelerini ve ayın gittiği yöne doğru boyunlarını kıvırarak hareket etmelerini bir dans gösterisiymiş gibi hayranlıkla takip ederlerdi. Gün ağarmaya başlayınca onların da başları çiçeklerle birlikte yere doğru eğilirdi. Dinsel bir ritüele benzeyen bu izlence bitince Ramon gördüklerini not almaya başlardı. Not alırken kısık sesle plak çalmayı adet edinmişti; şehirden getirdiği plaklardan belli belirsiz bir caz müziği ya da bazen arka plandaki gürültüde kaybolan bir kadın sesi yayılırdı. Marta hiçbir şey söylemez, bazen şarkıcının anlaşılmaz sözcükleri takip etmeye çalışır, bazen de zar zor duyulabilen bir şeyler mırıldanırdı. Ramon gidince de kâğıtları titizlikle katlar, bir çekmeceye kaldırırdı.

Laura’da toplanmadıkları gecelerde Marta defterine notlar alırdı.

"Güneş yakar, ay ise dinler".

"Çiçekler ışığı değil, unutulmayı arıyor."

Ramon ise ayabakan çiçeklerinin saplarının arasından geçen rüzgârı, gecenin çıkardığı zar zor duyulabilen sesleri kaydetmeye çalışırdı. Ona göre Ayabakanlar geceleri konuşuyor olmalıydı ve rüzgar onların bu fısıldayışlarını alıp kayıt cihazına taşımalıydı. Günün birinde bu kayıtlardan birini dinlerken çiçeklerin ne konuştuğunu duymayı ve onların neden güneşi terk edip ayı seçtiğini öğrenmeyi umuyordu. Tarlanın yakınında bir yere, rüzgarın geliş yönünü hesaplayıp oturur, kayıt cihazını saatlerce işletir sonra eve döner ve kayıtları heyecanla dinlerdi. Rüzgârdan başka bir ses duyamadığındaysa bir sonraki gece şansının yaver gideceğini umarak yatağına uzanırdı. Ertesi sabah kayıtları Marta’ya da dinletir, kendisinin atladığı bir yer olup olmadığını kontrol ettirirdi. Marta tarlanın sırrının kayıt cihazıyla çözülmesinin mümkün olmayacağını, makinelerin duygusuz olduğunu ve çiçeklerin ne söylediğini duymalarına imkan olmadığını savunurdu. Ona göre yapılması gereken gece olunca tarlanın tam ortasına gidip uzanmak, bir Ayabakan’a dönüşerek ayı takip etmekti.

Bu tezini ispat etmek isteyen Marta bir gece tarlaya girdi ve kayboldu.

Onu en son gören Ramon oldu, tarlanın ortasına doğru yürüyordu. Durup başını aya çevirdiğini ve sonra da ayabakanların arasında kaybolduğunu gördü. Saatlerce kıpırdamadan, bağırmadan bekledi. Ertesi gün hiçbir şey söylemedi. Marta’yı arayanların arasına katılmadı. Masasına oturdu ve mavi mürekkeple bir kâğıdın üzerine “Aya eşlik etmeye gitti” yazdı.

Ramon’un zaten tekin olmayan davranışları kısa sürede iyiden iyiye değişti. Sesi gerginleşti, gözleri parlaklığını yitirdi. Kasabanın değişik yerlerinde mavi mürekkeple yazılmış notlar bulunmaya başladı.

"Ayçiçekleri kendilerini yakan ışığı istemiyor"

"Marta gecede yaşamak için güneşin sınırlarını aştı”

“Marta gece oldu”

Bu notların orada burada görüldüğü günlerde, kasabadan biri Ramon’u tarlanın yakınında gördüğünü, sanki Marta’yla karşılıklı sohbet ediyormuş gibi fısıltıyla konuştuğunu, ancak etrafta kimseciklerin bulunmadığını iddia etti. Başka bir kasabalı, bir gece kadın çığlıkları duyduğunu, ancak bunların tarladan mı yoksa gaipten mi geldiğini bir türlü anlayamadığını, o gece şarabi biraz fazla kaçırmış olduğunu söyledi. Bir başkası Marta’yı kaybolduğu gece Ramon’la birlikte tarlaya doğru yürürken gördüğünü belirtip “hiç tekin biri değil” diye ekledi.

Diğer kasabalılar bu söylenenlerin karşısında sessiz kaldılar. Eğer bu kadar önemli bir konu varken kasabalı sessiz kalıyor, açıktan bir şey söylemiyorsa bilin ki gizliden gizliye hep o konuyu konuşuyordur. Su başlarında üç beş kadın, ağaç altlarında, bağ evlerinde üç- beş erkek bir araya geldiğinde Marta’nın başına gelenler hakkında kulaktan dolma ya da tamamen uydurma hikayeler anlatılıyordu.

“Kimseye söylemeyin ama ben aslında olanları gördüm, Marta aya doğru yükselerek gök yüzünde kayboldu. Bir azize değilse kesin bir şeytandı”

“Öyle deği, bence Ramon onu öldürdü ve tarlaya gömdü.”

“Kaybolduğu falan yok, gece olunca eve gelip gizli gizli Ramon’la buluşurlarmış.”

Yazın sonlarına doğru hem dedikodular hem de pencerelere, kapı önlerine bırakılan notlar artmaya başladı.

“Güneş sizi kavurur, ay sizi serinletir”

“Ayın karanlıkta kalan kısmında mutlu yaşayan insanların diyarı var”

“Çocuklarınızı aya verin”

“Kaybolmak, kurtulmaya başlamaktır”

“Bir gün hepiniz bir yerlerde kaybolup gideceksiniz”

Kasabada herkes bu notları kimin yazıp oraya buraya bıraktığını biliyordu. Marta gittikten sonra Ramon’un delirdiğini düşünüyor ve “deliye bulaşılmaz” diyerek ona ilişmiyorlardı. Biraz da korkmaya başlamışlardı. Çocuklarını ayabakan tarlasına yaklaşmamaları gerektiği konusunda sıkı sıkı tembihleyip, belediye başkanına tarlanın etrafının acilen çitle çevrilmesini isteyen dilekçeler yazdılar. Ramon’la selamı sabahı da kestiler. Neyse ki bir süre sonra sorun çözüldü ve notlar gelmemeye başladı.

Zira Ramon da, tıpkı Marta gibi, ortadan kayboldu.
Bazıları onu tarlanın yakınlarında dolaşırken gördüklerini, tarlanın içine girerek gözden kaybolduğunu, bazıları ise hiçbir şey söylemeden çekip gitmiş
olduğunu söyledi. Başkaları, Marta’nın yokluğuna dayanamadığına, bazıları da tarlanın onu da tuzağa düşürdüğüne inanıyordu. Kasabanın yaşlıları, ayabakan çiçeklerinin gizemini takıntı haline getirenlerin gecenin içinde eriyip gittiklerini ve Marta ile Ramon’un da başına bunun geldiğini iddia ediyor sonra ne olur ne olmaz diye “Ave Maria Purisima” duasını okuyup istavroz çıkarıyorlardı.


Ramon’un kaybolmasının ardından, Laura kasabadan taşındı, tarlanın etrafı tahta çitlerle çevrildi. Kasabalılar hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam ettiler.

Birkaç yıl sonra Luis Pinada adında bir gazeteci olayı araştırmak için kasabaya geldi. Konuşabileceği herkesle konuştu ama kimseden aklı başında bir bilgi alamadı. Tarlanın normal olduğunu, anlatılanların yalandan başka bir şey olmadığını söyleyen de vardı, hala korktuklarını, geceleri tarladan sesler geldiğini fısıldayan da. Tarlanın etrafındaki tahta çitler bakımsızlıktan çürümüş, kırılmış ve etrafa saçılmıştı.

Ama ayabakanlar hala oradaydı. Luis Pinada’nın çektiği fotoğraflar en az kasabalıların röportajları gibi anlaşılmaz ve silikti. Fotoğraflarda orada olmaması gereken figürler var gibiydi ama tam olarak ne oldukları seçilemiyordu. Laboratuar analizlerinden de herhangi bir sonuç çıkmayınca, Pineda hikayeyi yayınlamaktan vazgeçti. Birkaç ay sonra da absürt bir trafik kazasında hayatını kaybetti.

Ayabakanlar hala oradalar. Hareketsiz, sessiz dururlar. Dolunay olduğunda kendi aralarında gülüşür gibi dalgalanıp dururlar.

Belki de berrak bir gecede biri yanlarına yaklaşsa, nefesini tutarak kulak kesilse, ayla yaptıkları gizli anlaşmanın ne olduğunu duyacaktır.

İşte bütün hikaye bundan ibaret.


-Gaziantep, Temmuz 2025-




Franco'nun Kemikleri - III (Son)

Serinin son yazısına geldik. Olayların sonu hüzünlü bitiyor ve Franco denen mel'un, seçimle iktidara gelen Cumhuriyetçileri ve Sosyalistleri yeniyor. Olayları zaman çizelgesi halinde özetleyeyim.

17 Mayıs 1902
Alfonso XIII  daha on altı yaşındayken tacını giyerek İspanya kralı olarak. Bu genç ve deneyimsiz kral güç zehirlenmesi yaşayrak ha bire parlamentonun işlerine müdahale eder. Bu durum siyasi istikrarsızlığa neden olur, öyle ki 1902 ile 1923 yılları arasında İspanya'da 33 hükümet kurulur. Yani neredeyse yılda 3-4 hükümet değişikliği demektir bu.

22 Temmuz 1921
Abdülkerim liderliğindeki Berberi orduları, Fas'ın Anwal kentindeki İspanyol garnizonuna saldırır ve onları bozguna uğratır. Bu durum Rif Savaşı'nın başlamasına neden olur. Serinin ikinci yazısında bu konuya uzun uzun değindim ve Miguel Primo de Rivera, José Millán Astray ve Francisco de Franco gibi isimlerin bu savaşı kazanarak nasıl popüler hale geldiklerini anlattım. 

13 Eylül 1923

Rif Savaşının öne çıkan isimlerinden olan General Miguel Primo de Rivera parlamenter hükümeti deviren bir darbe düzenler. Kral Alfonso'nun desteğini de alarak bir diktatörlük kurar.

28 Ocak 1930
Büyük buhran dünya ekonomisinin anasını ağlatmaktadır, İspanya bir istisna değildir. Tencerenin deviremeyeceği iktidar yoktur söylemini doğrularcasına bu ekonomik buhran Alfonso Primo de Rivera'yı istifaya zorlar. Primo istifa ettikten sonra İspanya'yı terk ederek Fransa'ya yerleşir ama çok yaşayamaz iki ay içinde doğal nedenlerle ölüverir. 

12 Nisan 1931
Cumhuriyetçi ve Sosyalist adaylar belediye seçimlerinde ezici bir zafer kazanır. Alfonso'nun tahttan inmesini talep ederler, ordu zor durumda kalarak kraldan desteği çeker. Şiddetli bir ayaklanma ihtimaliyle karşı karşıya kalan Alfonso ülkeden kaçar.

29 Ekim 1933
Fransa'da ölen Primo'nun oğlu José Antonio Primo de Rivera, Falange Española (İspanyol Falanjistleri) hareketini kurar. Hareketin amacı Cumhuriyetçi iktidarı devirmektir. Hareket büyük ölçüde İtalyan faşizminden beslenir ve başlangıçta çok az halk desteği alır. İlk yıllarında hayatta kalabilmek için büyük ölçüde Benito Mussolini'den para alır.

16 Şubat 1936
Manuel Azaña başkanlığındaki sol koalisyon genel seçimlerde Halk Cephesi adı altında İspanyol parlamentosunun çoğunluğu kazanır. Halk Cephesi iktidarının ilk dört ayında 113 genel ve 200'den fazla kısmi grev gerçekleşir, 170 kilise, 69 kulüp ve 10 gazete ateşe verilir. Bu olayları gören sağcı askeri liderler hükümeti devirme planları yapmaya başlar.

17 Temmuz 1936
Sağcı lider José Calvo Sotelo hükümete bağlı güvenlik güçleri tarafından öldürülünce sağcı askerler harekete geçer. İspanyol Fas'ında isyan başlar ve ertesi gün General Francisco Franco Kanarya Adaları'ndaki üssünden bir manifesto yayınlayarak isyanın başladığını ilan eder. Franco'nun Milliyetçi güçleri kısa sürede birçok şehri ele geçirse de Madrid'i ele geçiremez ve darbe girişimi iç savaşa dönüşür.

14 Ekim 1936
İlk Uluslararası Tugaylar İspanya'nın Albacete kentine ulaşır. Takip eden iki yıl boyunca, Komünist Enternasyonal tarafından örgütlenen ve yönetilen yaklaşık 60.000 gönüllü yabancı Cumhuriyetçi tarafta savaşır. Franco'nun milliyetçi güçleri Mussolini İtalya'su ve Hitler Almanyası tarafından desteklenir. Bu durum İspanyol İç Savaşını, Avrupa'nın faşistleri ve Rusya'nın bolşevik güçleri arasında bir vekalet savaşına dönüştürür.

6 Kasım 1936
Milliyetçi güçler Madrid'e ulaşır. Geldik, şehri almak üzereyiz diye düşünürlerken Uluslararası Tugaylar tarafından durdurulurlar ve şehrin etrafında 28 ay sürecek bir kuşatma başlar.

20 Kasım 1936
İspanyol Falanjistlerini kuran Primo de Rivera kurşuna dizilerek idam edilir. 

26 Nisan 1937
Cumhuriyetçilerin elindeki Guernica şehri Nazi Uçakları tarafından bombalanır. Hermann Göring ve diğer Nazi komutanlarının, hava kuvvetlerinin güçlerini sınamak için onayladığı bu saldırıda yüzlerce sivil öldürülür. Bask şehrinin neredeyse tamamen yok edilmesi Pablo Picasso'nun Guernica adlı tablosuna ilham verir. Tablo ve Guernica hakkındaki yazımı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

19 Haziran 1937
Bilbao iki aylık bir kuşatmanın ardından Milliyetçilerin eline geçer. Milliyetçiler Ekim ayında Bask bölgesini ele geçirmeyi tamamlamalarına rağmen, Barselona ve Madrid gibi büyük şehirleri hala kontrol altına alamamıştır. No Pasaran (Geçemeyecekler) dahil bir çok meşhur sloganın oluşmasına neden olan bir direniş vardır Barselona ve Madrid'te. Savaş sırasında her iki tarafın kullandığı propaganda afişlerini paylaştığım yazımı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz. 

18 Kasım 1938
Cumhuriyetçi ordu, savaş alanındaki son zafer umudunu Ebro Muharebesi'nde kaybeder. Şubat 1939'da Barselona düşer ve Fransa'ya mülteci akını başlar.

28 Mart 1939
Yaklaşık 200.000 Milliyetçi asker Madrid'e girer. Cumhuriyetçi hükümet haftalar önce Fransa'ya kaçmıştır ve şehir direnecek durumda değildir. Savaş yaklaşık üç yıl sürmüş; doğrudan çatışmalarda ya da yokluk nedeniyle bir milyon kadar insan hayatını kaybetmiştir. Franco, 20 Kasım 1975'teki ölümüne kadar sürecek bir diktatörlük kurar.

Diktatörlüğünü kurar kurmaz terör estirmeye başlar. Yaklaşık 200 bin insanı kaybeder. Bu insanların mezarları hala bulunamamıştır. Hayatın her alanında yoğun bir sansür uygular. Sinemalarda yayınlanacak filmler, gazetelerde yazılacak yazılar, salonlarda oynanacak oyunlar öncelikle özel komitelerin kontrolünden geçmeli, uygun görmeyen kısımlar sansürlenmelidir. Franco adını anmak bile tehlikelidir. Halk birbirini ispiyonlamaktadır. Parti kurmak yasaktır. Ülke tamamen tek adamın kontrolündedir. 

Gelelim Franco'nun gömülü olduğu Valle de Los Caidos anıtına ve kemiklerin taşınması meselesine. 

İç savaşı kazanan Franco, Madrid'e elli kilometre mesafede bulunan Cuelgamuros vadisine bir anıt mezar yapılmasını ve Primo de Rivera'nın ve iç savaşta hayatını kaybedenlerin oraya gömülmesini emreder. İnşaatta normal işçilerin yanı sıra cumhuriyetçi esirler de zorla çalıştırılır. Vadiye 150 metre uzunluğunda bir haç diker, içine bir basilica kondurur. Bazı cumhuriyetçilerin naaşı da oraya gömülerek insanlara "her iki kesimden de hayatını kaybedenleri buraya gömüyoruz, burası sadece sağcılara ait bir anıt değil, aksine bütün İspanyollara ait bir yer" mesajı verilir. 

Valle de Los Caídos

Fakat işin aslına bakıldığında, anıt mezar sağcıların uğrak yeridir. İç savaşta kazanılan zaferi övmek, Primo de Rivera'nın ve öldükten sonra oraya gömülen Franco'nun anısına saygı sunmak için orayı bir türbeye çevirmişlerdir. Tarafsızlık ilkesine ters olduğuna inanan sosyalist Pedro Sánchez hükümeti süreci başlattı. Franco'nun ailesinin karşı çıkmasına ve o üst mahkeme senin bu üst mahkeme benim dolaşarak alınan kararın yürütmesini durdurmayı denemesine rağmen mahkemeler hükümetin kararını onayladı ve Franco'nun kemikleri anıt mezardan alınarak aile mezarlığına gömüldü. Bu eylem bir  bakıma İspanyol halkının frankoculukla yüzleşmesi ve neredeyse kırk yıl boyunca ülkeyi diktatörlükle yöneten birinin, faşistler tarafından türbeye çevrilen mezarının kolektif belleğe ait olması gereken bir yerden uzaklaştırılması anlamına geliyor.

Seçimlerle iktidara gelmiş olan meşru hükümeti, Nazi Almanyasının ve Mussolini İtalyasının desteğiyle deviren, iç savaş sırasında 1.000.000, iç savaş sonrasında 200.000 insanın ölümüne neden olan, ülkeyi demir yumrukla 40 yıl boyunca yöneten bir diktatöre az bile yapılmış bana kalırsa.

Sonraki yazıda görüşmek üzere. 

Blog Takipçileri

Acción Poética

Acción Poética

Joyas de America Latina

Joyas de America Latina
santiago Roncagliolo