Toplamda iki yüz sayfalık iki
eser yayınlayarak İspanyol dilinin en büyüklerinden biri haline gelen Juan
Nepomuceno Carlos Pérez Rulfo Vizcaíno bu salı günü yüz yaşına bastı. 34 yıl
önce, Buenos Aires'te, onunla röportaj yapabilmiştim. Bu anımı sizinle
paylaşmak istiyorum.
Juan Rulfo Meksikalıdır, bu
yazının yazıldığı tarihte 65 yaşındaydı ve bilimsel eserlerin editörlüğü işini
yapıyordu. Röportajımız sırasında muhteşem gri alpaka takım elbise giymişti,
kısa boylu, biraz kambur, küçük bir görünüme sahipti. Rulfo iki kitap yazdı:
1953 ve 1955'te yayınlanan “El Llano En Llamas” adlı kısa öykü derlemesi ve “Pedro
Páramo” adlı roman; her biri İspanyolca olarak milyonlarca kopya sattı ve -
diyelim ki - çok sayıda dile çevrildi.
Sıfatlardan nefret eden birine
bir sıfat bulmak biraz sorunlu bir süreç, üstelik bu akşam kendisini bazı sıfatlarla
tanımlaması gerekecek. Ama buna daha vakit var.
Rulfo, Buenos Aires'te,
Uluslararası Kitap Fuarı standlarını dolaşıyor. Teneke çatıya yağmur yağıyor,
inatçı bir damla Novalis'in Gece İlahisi'nin bir kopyasının üzerine düşüyor,
beyefendi filtresiz bir sigara içiyor; nefes almadan önce sigarasına bakıyor,
derin derin içine çekiyor, uzayan külü sol avucunun içine silkiyor. Rulfo'nun
eli kül doluyor.
İnsanlar geçiyor, bazıları
duruyor. Onu tanıyorlar ve imza istiyorlar: "Kız kardeşim için imza
istiyorum, bilirsiniz ya hani". Rulfo dikkatli bir şekilde yazıyor ve
imzalıyor. Bazıları daha farklı konulardan bahsediyorlar, mesela Borges'ten bahsedip (Arjantinli'nin
mükemmel gerçekçiliğiyle labirentler, aynalar ve kaplanlar kullanarak Buenos
Aires'i bir kez daha yarattığını söylüyor; Rulfo “Evet, bu çok hoş” diyor);
başkası dış borçtan konuşuyor (“Bizde de var: Yapmamız gereken battığımızı
ettiğimizi ilan etmek, sonra bırakalım alacaklılar peşimize düşsün, ne
olacaksa”); bir başkası İspanyol sömürge imparatorluğunun çöküşünden dem
vuruyor (bir an için gözleri parlıyor: “Bütün büyük imparatorluklar düşüyor,
sırada Reagan'ın imparatorluğu var”).
Rulfa dinliyor, dinliyor,
fısıldıyor –“Pedro Páramo” kitabı için önce “Fısıltılar” adını düşünmüştü–,
sonra birisi Manuel Mujica Láinez'in yakınlarda bir standta kitap imzaladığını
söylüyor ve onunla tanışmak için standa gitmek isteyip istemediğini soruyor.
“Hayır, teşekkürler”, diyor Rulfo, “şu anda kitaplara bakınıyorum”. “Peki sonra
gidelim mi?”. “Belki”.
Sonra susuyor: sessizliği ironiyle
dolu, keskin. Birisi ona, Mujica'yla tanışmak isteyip istemediğini soruyor.
Birkaç dakika sonra, prestijli bastonuyla ortaya çıkıyor. “Sizi Latin
Amerika'nın en büyük yazarı olarak gördüğümü söylemek için bu fırsatı kaçırmak
istemedim” diyor Mujica Láinez. “Teşekkürler”, diyor Rulfo, “bilmukabele”.
Görüşme kısa ve çok yoğun geçiyor.
* * *
Tabu, belirli bir insan grubunun
istemediği ve konuşulmasını dahi yasakladığı şeydir. Bu nedenle hakkında
konuşulamayan tabu, diğer tüm şeyleri, diğer tüm isimleri kendi içinde saklar.
Tabu, adı hiç söylenmeden her zaman ima edilir durur.
* * *
Röportaj için belirlediğimiz
zamanının geldiğini hatırlattığımda Rulfo bana yılgın gözlerle bakıyor: sonra
yine aynı yılgın gözlerle onaylıyor.
- Sizi rahatsız ettiğim için beni
bir kez daha özür dilerim. Bundan hoşlanmıyorsunuz, değil mi?
- Öyle, tam nefretlik.
- Sizinle çok röportaj yapıldı...
Sıradan yanıtların tamamını ezberlemiş olmalısınız.
- Hayır, öyle değil. sorulacak
soruları biliyorum ama ne cevap vereceğimi bilmiyorum. Her seferinde daha az
cevabım var.
- Gündelik konulardan
bahsedebilir miyiz?
- Siz nasıl isterseniz. . .
- Tanrı'ya inanıyor musunuz?
(Rulfo duruyor, irkilerek bana
bakıyor).
- Evet, ben Tanrı'ya inanıyorum.
- O zaman din adamlarına inanmıyorsunuz...
- Kilise çok şey kaybetti...
insanları cezbeden büyülü bir ayin türü olan Latin ritüelini kaldırdığında
kaybetti. .
- Hristiyan bakış açısından ölüm
nedir?
Rulfo ölümden bahsediyor, onu
doğal bir süreç olarak gördüğünü, latin amerikalıların, avrupalılara kıyasla
ölümü düşünme konusunda farklı olduğunu söylüyor: “Onlar ölecekleri güne kadar
ölümü hiç düşünmüyorlar, oysa Latin Amerikalılar gün boyu ölümü düşünürler, vedalaşırken
bile 'Tanrı isterse' ya da 'Tanrı ömür verirse' derler, 'Tanrı ömür verirse
yarın görüşürüz'. Çünkü sürekli ölümle iç içe yaşıyorlar”. Ölüler gününü
anlatmaya başlıyor –ben sordum kendisine–. “Evet, herkes mezarlıklara gider ve
şekerden yapılmış kafatasları yerler. Ölülere bir şeyler sunarlar sonra o
sundukları şeyleri kendileri yerler. Onların inancına göre, ölen kişi
kendilerini ziyarete geliyor, sarhoş oluyorlar, sunuları yiyorlar ve hunharca
sarhoş oluyorlar... ölen kişiye aguardiente dedikleri sert içkiden sunuyorlar,
soranlara da ‘o aguardiente içmeyi,
sarhoş olmayı severdi’ diyorlar ve kendileri de aguardiente, mezcal,
pulque, her ne bulurlarsa içip sarhoş oluyorlar” diyor gülerek.
* * *
Rulfo, ölümden bahsediyor. Pedro
Páramo ölülere ait bir kitap ve bu da tabuları olan bir röportaj.
* * *
- Peki chingada kelimesinin de
ölümle bir ilgisi var mı?
- Hayır, chingada kötü bir
kelime... Bir yerde "China a tu madre" derseniz bu büyük bir
küfürdür, hatta orijinal küfür, küfürün kendisidir...
- Ama ölümü de chingada diye tanımlamıyor
musunuz?
- Hayır, ölüm için calaca derler,
silliqui derler... daha bir çok şey derler. Calaca çok kullanılır. Chingada
kötü bir kelime, karşı tarafı incitmek istediğinde kullanırlar. "Me está llevando la chingada"
örneğin, bu "cinlerim tepeme çıktı" gibi bir anlama gelir ve
kullanılabilir. Ama "Chinga a tu
madre" demek büyük küfürdür, tabancayı çekip mermiyi atmak için
yeterli bir küfür yani.
- Sizin oralarda tabanca bu kadar
kolay mı çekilir?
- Yani eskiden öyleydi. Şimdi
insanların pek tabancası yok...
- Neden?
- Topladılar, insanları
tabancasızlaştırdılar. Genel bir tabancasızlaştırma süreci oldu.
Chingada'dan Malinche'ye,
Malinche'den laberinto'ya geçerek Octavio Paz'a geliyoruz. “Octavio Paz
Meksika'da bir entelektüel mafya yönetiyor ve birçoğumuz bu mafyanın
dışındayız. Octavio Paz'ın dostu olmayan onun düşmanıdır" diyor. “Siz onun
dostu değilsiniz” diyerek riskli bir yorum yapıyorum. “Olur mu, ben onun
dostuyum” diye ekliyor. Bu mafya konusunu derinleştirmek istiyorum. “Amaçları
ne?” diye soruyorum. “Kültürü kontrol etmek” diyor Rulfo, “ kültür dergileri,
kültür ekleri, roman ya da kısa öykü yarışmalarında verilen kültür ödülleri,
hepsini kontrol etmek. Kültürü kontrol altına almak”.
Paz ideolojik temelde de
sorgulanmaktadır...
- Tabii, Meksika solu ona ve
çevresindekilere düşman. Dünyanın her yerindeki sol, sadece Meksika solu değil.
Solda olan her şey o tayfa için... şeytani, değil mi?
- Siz de onlar hakkında öyle
düşünüyor musunuz?
- Aynen, öyle.
Ben de ona, benzer bir durumun
burada Borges'le uzun süre yaşandığını, Arjantinli entelektüellerin ve
solcuların onun siyasi tercihlerini sorguladığını söyledim ve bir paralellik
olup olmadığını sordum. “Evet”, dedi Rulfo; “fakat sağın gücü soldan daha
fazla”. “Orada mı?”, diye soruyorum. “Orada”, diyor. “Kültürel olarak mı?”
diyorum, “Evet” diyor.
Uluslararası Kitap Fuarı
yöneticisinin ofisindeyiz. Halılar bordo kırmızısı, koltuklar suni deri ve
çalışma masası sert maun ağacından. Işık neon lambalardan geliyor: sakin bir
şekilde konuşabildiğimiz tek yer burası. Rulfo alçak sesle, yavaş yavaş ve
bölük pörçük cevaplar veriyor, etrafımızda takım elbiseli dört beş yaşlı adam
bizim (daha doğrusu onun) sözlerimizi duymaya çalışıyor. “Evet, orada”, diyor.
Konuşmasına –benim sorum üzerine–
İspanyolca'nın saflığından, yazarların her ülkenin yerli dilinden kelimeler
kullanma özgürlüğünden (“Meksika'da bu çok güçlüdür, Nahuatl dilinden birçok
kelime kullanılır, Nahuatlizm derler bu fenomene”) ve yakın zamanda Real
Academia Española'nın (“artık ne arındıran, ne düzelten ne de ihtişam veren” bu
akademinin) müdürünün Amerika gezisinden ve her ülkenin kullanmaya alışkın
olduğu dili bırakması gerektiğine dem vurduğundan bahsediyor. “Nahuatl dilinden
geçme çok sayıda kelime kullanıyoruz, çünkü bizim ortak dilimiz, halkın dili
Nahuatl” diyor. “Müdür gezisi sırasında 'vos
tenés’ demek istiyorsanız ve bu şekilde anlaşabiliyorsunuz, sizi
engelleyecek değiliz' dedi... Yani Real Academia Española söyledi bunu. Oysa ki
İspanya'da yitirilmekte olan Kastilya dilini muhafaza edecek olan Latin
Amerika'dır. İnsan artık Madrid'lilerin konuşmasını anlamakta bile zorlanıyor”
diyor ve gülümsüyor.
* * *
- Edebiyatın gerçekliği
dönüştürme şansı var mı?
- Evet, gerçeklik bir dönüşüm
geçiriyor, zaten geçirmese edebiyattan bahsedemeyiz...
- Kastettiğim, gerçekliği
dönüştürmek için bir eylemde bulunmak.
- Gerçekliği dönüştüren edebiyat,
gerçeği yansıtan edebiyattan daha değerlidir. Gerçeğin sınırları vardır... Bu
yüzden onu hayal gücünüzle desteklemeniz gerekir. Hayal gücü ya da iç görü
devreye girdiği anda, gerçekliği dönüştürür. Gerçeklik çok sınırlı.
. Size sormak istediğim şey,
yazılı kelimenin de gerçekliği değiştirmek üzere harekete geçebilip geçemeyeceğiydi.
- Hayır, edebiyat harekete
geçemez ve hiçbir şeyi değiştiremez. Sosyoloji, antropoloji, ekonomi gerçekleri
dönüştürmek için bir şeyler yapabilir. Ama edebiyat… yazarın bu konuda
yapabileceği hiçbir şey yok. Edebiyat kurgudur ve kurgu olmaktan çıkarsa
edebiyat olmaktan da çıkar.“
“Kurgu bir yalandır” diyor Rulfo,
yakın tarihli bir röportajda yer alan kendi cümlesinden alıntı yaparak.
Daha sonra bana –benim sorum
üzerine– birçok Latin Amerikalı yazardan farklı olarak, hiçbir zaman ülke
dışına çıkmadığını, her zaman Meksika'da yaşadığını söylüyor. “Meksikalılık
kolayca çıkarabileceğiniz bir giysi değil”. “Bizim yazarlarımızın çok azı yurtdışında
yaşar, onlar da zaten diplomattır, görevleri bitince ülkeye dönerler. İspanyol
turistlerin ülkeye girebilmeleri için otuz bin peso ödemeleri gerekiyor"
diyor Rulfo ve gülerek anlatmaya devam ediyor: “Biz Meksikalılardan İspanya'ya
girmek için iki yüz peso ödememiz yetiyor. İçişleri Bakanına, İspanyolların
Meksika'ya turist olarak girmeleri için talep edilen paranın çok olduğu yönünde
şikayet gidiyor. Yanıt olarak 'Çünkü İspanyollar kalmak için geliyor;
Meksikalılar ise gidip kısa süre sonra geri dönüyorlar’ diyorlar. Meksikalı
olmak köklerine bağlı olmaktır... Mesele acı biber ya da fasulyeye bağlılık veya
bunlara duyulan nostalji değil. Bir gelenek, köklü bir duygu... Mesela Ciudad
de Mexico’ya bakın: kaotik, cehennemi andıran, korkunç bir şehir değil mi? Buna
rağmen insanlar orada yaşıyor ve orayı özlüyor... Başka yerler, güzel şehirler
var. Querétaro'ya, Morelia'ya, hava kirliliğinin olmadığı, insanların Mexico
City'deki gibi nevrotik davranmadığı yerlere gidebilme olasılığı var ama Ciudad
de Mexico’dan ayrılmak istemiyoruz" diyor tutkuyla.
- Meksikalı yazarlarda görülen
genel bir durum bu. Çok samimi yazarla ama daha ülkeyi bile bilmiyorlar. Ciudad
de México'dan hiç çıkmadılar.
- Siz öyle değilsiniz.
- Hayır, hayır. Ben tüm ülkeyi
tanıyorum. Ülkenin birçok şehrinde yaşadım. Guadalajara'da uzun yıllar
kaldım... Ben oralıyım, batılıyım. Başka
ülkeler de tanıdım. Neredeyse her ülkeye gittim... Çin ve Sovyetler Birliği
hariç.
- Buralara gitmemenizin belirli
bir nedeni var mıydı?
- Hayır, çok uzaklara gidemeyecek
kadar tembelim... Çok uzak.
Rulfo, ellili yıllarda ülke
çapında yaptığı seyahatler sırasında fotoğraflar çekti ve bu fotoğraflar yakın
zamanda kitap olarak yayınlandı. Fotoğrafla edebiyat arasında ortak bir dil
olup olmadığını soruyorum kendisine. “Hayır, öyle bir şey yok”, diyor Rulfo,
“kesinlikle yok”. Devam ediyor: Bazı eleştirmenlerden alıntı yaparak,
"fotoğrafla bazı benzerlikler olduğunu söyleniyor. Ama gerçekte fotoğraflar
geçmiş bir döneme ait olduklarından, çoktan ölmüş, artık var olmayan bir
Meksika'yı temsil ediyorlar”.
“Bu durumda, nasıl bir benzerlik
söz konusu?” diye soruyorum. “Söz konusu değil. Üstelik ben fotoğraf çekerken
edebiyatı düşünmedim, bunlar çok farklı alanlar”.
Müzikte ise böyle bir bağlantı bulunduğunu
söylüyor ve ortaçağ, Rönesans, barok müziği ve Gregoryen ilahileri hakkında
konuşuyor. "Müziğin harika bir uyarıcı olduğunu düşünüyorum, ruh halini
sakinleştirir ve insanı bazı sorunlar hakkında düşünmekten alıkoyar."
Sorunlardan biri alkolle olan
ilişkisiydi. Ama artık içmiyor, birkaç senedir alkol tüketmiyor. Bunun biraz
zor olduğunu söylüyor.
- Çok rüya görür müsünüz?
- Rüya görürüm ama hiç bir rüyamı
hatırlamam.
- Rüyalarınız hoş mudur?
- Bilmem, onları hiç
hatırlamıyorum.
- Kabus görür müsünüz?
Gülüyor. “Hayır, kabus görmüyorum.
Rüyalarım renkli. Çok hoş. Çok parlak ve rengarenk".
* * *
Juan Rulfo'yla 1950'lerin başında
yazdığı o iki kitap, o iki Latin Amerika klasiği, o iki benzersiz kitap
hakkında nasıl konuşabiliriz? Bir adamın kendi anıtına baktığında ne
hissettiğini ona nasıl sorabiliriz? Peki yazma eyleminin benzersizliği, kalıcılığını
nasıl konuşuruz? İnsan yazmak için mi yoksa yazmış olmak için mi yazar sorusunu
sorabilir miyiz ona? Otuz yıl önce yaptığı bir işten bahsediyorum. Neden daha
fazla kitap yazmadığını sorsam bana nefretle bakar ve defalarca söylediği gibi
kütüphanesinde bir kitaplık boşluk olduğunu ve bu boşluğu doldurmak için
yazdığını söylerdi, hatta belki bu rahatsız edici, suçlayıcı sorudan kurtulmak
için, şu anda bir kitap yazmakta olduğunu bile söyleyebilirdi. Bütün bunları
söylerken bana nefretle bakardı. Benden nefret etmesini istemiyorum. Ona hayranım.
Belki başka bir zaman ona bu soruları sorarım.
* * *
- Sıfatlarla özel bir ilişkiniz
var mı?
- Ben sıfatlara düşmanım.
Edebiyat öğrencisiyken, öğretmenlerimizden biri sürekli Pereda'nın kitaplarını
okutuyordu bize. Pereda bazen tek bir isim için altı veya sekiz sıfat
kullanabiliyordu. İsim dilin cevheridir, sıfat ise süstür yani yüzeysel bir
şeydir. Kısacası… sıfatla çok mücadele ettim, çok savaştım. Sıfatlardan nefret
ediyorum... Bu yüzden edebiyattan bile nefret etmeye başladım çünkü bize sıfatı
çok dayattılar. Üzerimizde çok etkiye sahipti olan o dönemin İspanyol
edebiyatında, sıfat olmadığında cümlenin süslenemeyeceği, ihtişam
kazanamayacağı düşünülüyordu.
- Bütün bu söylediklerinize
rağmen kendinizi üç sıfat kullanarak tanımlayın deseydim?
Uzun bir sessizlik oluyor, gerçek
bir sessizlik, sanırım düşünüyor. “Bir… zavallı bir şeytan” diyor. “Burada bir
isim ve bir sıfat var”, diyorum cüretkar bir şekilde. “Zavallı sefil bir
şeytan” diyor ve tamamlıyor: “Depresif ve moralsiz”.
“Neden?”.
“Bazen böyle oluyorum, bazen
depresif ve moralsiz oluyorum” diyor sesini her seferinde daha da alçaltarak.
Kapı açılıyor, takım elbiseli
adam giriyor.
“Büyükelçi geldi” diyor.
Rulfo toparlanıyor: “Büyükelçi
geldi” diyor.
- Beş dakika daha konuşabilir
miyiz sayın Rulfo?
Çoktan kapıya doğru ilerlemeye başlayan Rulfo “Büyükelçileri bekletmeye gelmez”
diyor ve kapıyı arkasından kapatıyor.
---------------------------------------------------------------
Not: Martin Caparros tarafından yapılan ve https://www.nytimes.com/es/2017/05/15/espanol/opinion/juan-rulfo-centenario-caparros.html adresinde yayınlanan röportajın kısmi çevirisi ve düzenlenmesi ispanyolca defteri tarafından yapılmıştır. Kaynak belirterek istenildiği şekilde, her türlü, tepe tepe kullanılabilir.