Ne zaman bu
seriye yeni bir yazı eklesem hep aynı cümlelerle giriş yaptığımı fark ettim.
Bunun ne kadar sıkıcı ve zaten az olan blog okurunu kaçırmaya ne kadar müsait
bir tarz olduğunu biliyorum. Tıpkı youtube'da video açılışı yaparken
"kanalıma hoş geldiniz arkadaşlar" diyen kanalların dandik kanallar
olması gibi, "serinin bu yazısında falanca yazardan filanca kesiti
paylaşıyorum" demek de buram buram varoşluk kokuyor. Bu varoşluğun bünyede
yarattığı eziyet hissi, paylaşılacak kesit Roberto Bolaño gibi bir isme ait
olduğunda başedilemez bir ızdıraba dönüşüyor. Hani ilham perisi bir türlü
gelmeyen yazar klişesi/karikatürü vardır ya; hani şu kağıdı daktilodan hırsla
çeken, piposunu tüttürüp gözlüğünün üzerinden bakarak yazdıklarını bir kere
daha okurken sinirlenip kağıdı buruşturup top haline getiren röpdöşambırlı
yazar... işte tam da şu anda bilmem kaç inçlik bilgisayar monitörünü
buruşturasım geldi benim de. Ama ne daktilom var -klavye icat oldu yazarlık
bozuldu- ne ağzımda bir pipo, ne de röpdeşambır giyiyorum. (fransızca robe de
chambre yani ev/oda elbisesinden geçmiştir dilimize).
Neyse artık, bu varoşluk ve dandiklik tartışmasını keseyim burada. Benim için büyük yazı ustalarından biri olan Roberto Bolaño'nun otobiyografiler hakkındaki görüşlerini aşağıya ekliyorum. Çeviriyi biraz hızlı yaptım ama yine de özendim. Beğenilerinize ve istifadelerinize sunuyorum.
Bana göre otobiyografi ile edebiyat arasındaki tesadüfi bir ilişki vardır: Maceraperest bir hayat süren yazarlar da var, ömürleri boyunca köylerinden, evlerinden -daha doğrusu şatolarından- dışarı çıkmamış olanlar da. Her yazar elinden geldiğince bir şeyler yazar ve yazdığını bırakır. Örneğin Salgari, Asya’yı -yalnızca Malezya’yı değil, bütün Asya’yı- hayallerinde kurgulamıştır, oysa Torino’dan mıydı, Milano’dan mı, artık hatırlamıyorum, hiçbir zaman dışarı çıkmamıştı. Raymond Roussel ise bütün dünyayı dolaştı, fakat o yolculuklarını yalnızca bir “hareketli kalmak” bahanesiyle yapmış; gezdiği yerlerin hiçbirine zerre kadar ilgi duymamıştı. Balzac bir monarşistti, ama eserleri derinlemesine cumhuriyetçidir: işte bu, akıl almaz bir yolculuktur. Stendhal’ın hayatı başlı başına bir romandı, ama yaşadığı bu hayat eserlerine pek az yansımıştır; kendi yaşamından çok, başkalarının romanlık hayatları onun ilgisini çekmiştir. Latin Amerika’da, bana kalırsa, en otobiyografik yazar -insanların genellikle düşündüğünün tersine- Borges’tir. Bir yerde kurgulanmış hayaletlerin gerçekten var olmasıyla tamamen zihnimizin bir ürünü olması arasında fark da görmüyorum.
Birkaç istisna dışında -Saint-Simon ya da Perec’in çocukluk anıları gibi- anı kitaplarından nefret ederim. Anı kitapları genellikle abartılı olur, kimi zaman kitabın adından bile anlaşılır bu. Mesela “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”, bu şimdiye dek konmuş en aptal kitap adlarından biridir. Hiç kimse -en ahmak işkenceci bile- birine yaşadığını itiraf ettirmeye çalışmaz. Var olmayan bir soruya verilmiş aptalca bir cevaba benziyor bu isim. Latin Amerika edebiyatı -ya da kendini beğenmiş budalaların “Latin Amerika edebiyatı” dediği şey- anı kitaplarıyla doludur; çoğu, ya cahil ya da sıkıcı insanlar tarafından yazılmıştır. Aslında, anı kitabı yazmasına izin verilmesi gereken tek kişiler, gözükara maceracılar, porno film oyuncuları, büyük dedektifler, uyuşturucu tacirleri ve dilencilerdir.
0 yorum:
Yorum Gönder