röportaj serisinin ilk yazısını roberto bolaño'ya (tabii ki) ayırıyorum. critica.cl sitesinden sadeşleştirerek çevirisini yaptığım röportajın orijinaline ve bütününe buraya tıklayarak erişebilirsiniz.
Luis García — Vahşi Hafiyeler romanı
ile Herralde Roman Ödülü'nü kazandınız. En başından bugünlere nasıl geldiniz?
Roberto
Bolaño —Birazcık sağlıksız bir neşeyle geldim. O zamanlar Figueres ve
Cadaques'in arasında bulunan Roses'de çalışıyordum, ancak hayatımda göz alıcı
hiçbir şey yoktu, göz alıcı kelimesini sanat veya gösteri dünyasında çalışan (aslında, sanat ve gösteri dünyası arasındaki farkı bildiklerinden çok
şüpheli olduğum) yüzlerce Latin Amerikalı sürgün tarafından anlaşıldığı ve örneklendiği gibi yorumluyorum. O zamanlar
takı satıyordum, yani kendi küçük işim vardı ve Binbir Gece Masalları'ndaki bir
Arap gibi ya da Prag gettosundaki bir Yahudi gibi yaşıyor, çeşitli takı
parçalarının muhteşem isimlerini öğreniyordum. Öğle saatlerinde limandaki
dalgakıranda dalışa gidiyordum, burada hala ahtapot görmek mümkündü. Ahtapotlar
beni gördüklerinde uzaklaşıyorlardı ve ben de onlara dokunmadan, uzun bir
süre takip ediyordum. Akşamları, günün kazanç ve kayıplarını hesaplayıp oldukça kalın bir deftere yazdıktan sonra, yere uzanarak (masam yoktu) yazmaya
başlıyordum. Bazen o gün gördüğüm ahtapotun gözlerini düşünüyordum ve bu bende
muhteşem bir his uyandırıyordu. Bir dolandırıcılığın kurbanı olmasaydım, muhtemelen
hala aynı işi yapıyor olurdum.
L.G.
—Zafer kazanmış bir insan olmak nasıl bir duygu? Yani yirmi yıl içinde marjinal
bir yazar olmaktan çıkıp Herralde Roman Ödülü'nü ve ardından Rómulo Gallegos
Ödülü'nü kazanmak nasıl bir his?
R.B.
—Zafere inanmıyorum. Aklı başında olan insanlar zafere inanmaz. Ben, zamana
inanıyorum. Elle tutamasak da, zaman kavramında bir gerçeklik
var, zafer böyle bir gerçekliğe sahip değil. Muzaffer insanlar kentinde dünyanın en sefil insanları yaşar ve ben ne o noktaya ulaştım ne de kendimi o
noktaya ulaşacak durumda görüyorum.
L.G.
—Sizin gibi bir Şililinin Girona sahilinde ne işi var? Sizi burada kalmaya ikna
eden ne?
R.B.
—Burayı seviyorum. Başka bir yerde yaşasaydım, sanırım oraya da alışır ve az
çok mutlu bir hayat sürerdim. Baba tarafım göçmen bir aile, büyükbabam
Galiçyalı, büyükannem ise Katalan. Babam Şili'de doğdu, sonra Meksikalı oldu. Benim ailem ya da ailemin bir kısmı işçi sınıfına mensup, işçi sınıfının
bir burjuva icadı olan anavatana inanmayı bırakması için birazcık teşvik
edilmeye ihtiyacı var, burjuva derken Fransız burjuvazisini olduğu kadar Sovyet
burjuvazisini ya da Çin burjuvazisini de kastediyorum. Ancak şunu da kabul
etmeliyim ki ben neredeyse her zaman çoğunluğa karşıyım ve anavatan kavramı
çoğunluğun (yurttaşların) kendi dogmalarını, cezalarını ve ödüllerini en ikna
edici şekilde dayattıkları yerdir.
L.G. —Meksika'da uzun süre yaşayan biri olarak kendinizi boom akımıyla mı yoksa crak kuşağıyla
mı daha çok özdeşleştiriyorsunuz?
R.B.
—Hayır, kendimi hiç bir şekilde boom akımıyla özdeşleştirmiyorum. Cortázar ve
Bioy gibi sık sık yeniden okuduğum çok iyi yazarlar içermesine rağmen, boom'dan
gelecek en küçük bir sadakayı bile kabul etmem. Boom, başlangıçta -neredeyse
her şeyde olduğu gibi- çok iyiydi, çok teşvik ediciydi, ancak boom'un mirası
korkutucu. Örneğin, Garcia Marquez'in resmi varisleri kimdir? Isabel Allende
mi, Laura Restrepo mu, Luis Sepulveda mı yoksa başka birileri mi? Bana göre
Garcia Marquez, gittikçe daha çok Santos Chocano ya da en iyi ihtimalle
Lugones'e benziyor. Peki Fuentes'in resmi varisleri kimdir? Vargas Llosa’nın?
Neyse, bu konuyu kapatalım. Okurlar olarak görünüşe göre hiçbir çıkışın
olmadığı bir noktaya ulaştık. Yazarlar olarak kelimenin tam anlamıyla bir
uçuruma vardık. Karşıya geçmenin bir yolu yok, ama geçmek zorundayız ve bizim
işimiz de bu; karşıya geçmenin bir yolunu bulmak. Görünen o ki, bu noktada
ebeveynlerin (ve bazı büyükanne ve büyükbabaların) geleneği hiçbir işe
yaramıyor, aksine bir yük haline geliyor. Uçurumdan düşmek istemiyorsak bir
şeyler yaratmalı, cüretkar olmalıyız, ancak bu da hiçbir şeyi garanti etmiyor.
L.G.
—Sindirilmesi zor olan hikayeler yazma eğilimindesiniz. Romanlarınız hayata ne
borçlu?
R.B.
—Her şeyi. Her şeyini hayata borçlu olmayan hiçbir şey yoktur.
L.G.
—Peki şiiriniz? Onları kimden miras aldınız?
R.B.
Şiirsel bir eser genellikle bir kütüphanenin, bir yaşamın ve o yaşama ait
atılımların sonucudur. Bu anlamda, bir ya da on şair ismi zikretmek
faydasızdır, binlerce şair var, üstelik bu şairlerin etkisi her zaman göreceli,
yaşanan serüvene bağlı. Serüven derken sadece yolculuğu ve riski kastetmiyorum,
aynı zamanda hastalıkları, dostlukları, küçük ve gündelik olayları ve tabii ki
insanların tanrı, tanrıların da insan olduğu zamanlardan geriye kalan tek şeyi,
yani dostluğu kastediyorum. Pardon, eksik kaldı, aşk da var ama aşkın biraz
daha hassas bir yönü var.
L.G.
—Folklor ve hiciv sevenler arasında çok popüler olan Şiir Günlerinden
bazılarına katılmış olan siz, son dönem İspanyol şiirini nasıl yorumluyorsunuz?
R.B.
—Benim için yeni İspanyol şiiri hâlâ Leopoldo María Panero ve Pere
Gimferrer'den ibarettir. Doğrusu, Gimferrer'in çalışmaları çok ilgimi çekiyor,
sadece şiirsel çalışmaları değil, Gimferrer'in tüm çalışmaları. Miguel
Casado'yu da seviyorum, görünmezliğin peşindeymiş gibi davranan bir şair ama
aslında aradığı şey belirgin olmak. Bazen görünmezlik ve belirginleşmenin aynı şey
olduğu doğrudur.
L.G.
—Sizinle yapılan bir söyleşide, profesyonelliğe edebiyat yarışmalarında adım
attığınızı bu yarışmaların sizin için bir hayatta kalma aracı olduğunu duymuştum. Bunların doğruluk payı var mı?
R.B.
—Tamamen doğrudur. Para kazanmak için her türlü edebiyat yarışmasına
katılıyordum. Şiirlerimi ve aynı iki romanımı açılan bütün yarışmalara gönderiyordum.
Hepsi bir ödül kazındı, hatta bazıları birden fazla ödül kazandı (isimlerini
değiştirip farklı yarışmalara gönderiyordum). Beslenmek için gerekli bir faaliyetti
diyebilirim. Edebiyat yarışmalarını konu alan «Sensini»
adında bir öykü yazdım, «Llamadas Telefónicas» kitabımda yayınlandı. İspanya ve Latin
Amerika'da önemli ödüller kazanmamı sağlayan, temelde melankolik olmasına rağmen
içinde coşkulu anlar da barındıran bir dönemiydi hayatımın.
L.G.
—Kitaplarınızda yadsınamaz bir siyasi hava var. (Kendi ülkesinde terörist
olmakla suçlanan ve kendisini sürgün olarak gören birinden bunun aksi de
beklenemezdi). Peki neden İspanya'daki toplumsal hareketlere -örneğin Luis
Sepúlveda’nın katıldığı gibi- etkin bir şekilde katılmıyorsunuz?
R.B.
—Şili'de tutuklandığımda, aksanım Meksikalı olduğu için "yabancı
terörist" yaftası yedim. Bu yaftayı göğsümde bir şeref madalyası gibi
taşıdım. Ne yazık ki o madalya çok dayanmadı. Beni bir kontrol noktasında durduran
jandarma teğmeni muhtemelen şizofrendi ve belli ki kimse onun ne yaptığıyla
ilgilenmiyordu. Bazı Alman yayınlarında altı ay hapis yattığımı hayretle
okudum. Aslında sadece sekiz gün yatmıştım. Sosyal hareketlere katılma konusuna
gelince; Luis Sepúlveda'nın ne tür sosyal hareketlere katıldığı konusunda
hiçbir fikrim yok, ama eminim ki beni o kulübe almazlardı. Ne o kulübe ne de
bir başkasına. Kısacası, nezaketimden, inceliğimden, kesin kovulacak olmamın vereceği kötü histen onları korumak için katılmadığımı söyleyebilirim.
Başka bir şekilde söylemek gerekirse: onlar kendi siyasetleriyle ilgilensinler;
ben edebiyatla ve kendi siyasetimle ziyadesiyle meşgul durumdayım. Son bir
husus daha var; İspanya'da kendimi hiçbir zaman sürgün gibi hissetmedim, Meksika'da,
Orta Amerika'da veya İspanyolca konuşulan başka bir yerde kendimi hiçbir zaman
sürgünde hissetmedim.
L.G. —Nocturno de Chile'deki işkence seansları ve edebiyat
toplantılarını birleştiren hikayenin oldukça grotesk bir yanı var. Bu hikaye edebi
bir öğe olarak aklınıza nasıl geldi?
R.B.
—Bu olay gerçek ve herkes tarafından biliniyor, ancak yakın zamana kadar
Şili'de kimse bu konu hakkında açıkça konuşmadı. Santiago'daki
malikanesinde edebiyat toplantıları düzenleyen kadın bir yazar vardı; aynı kadının,
Letelier'in arabasına ABD'de bomba koyan ve Buenos Aires'te Prats'a suikast
düzenleyenlerden biri olan Amerikalı kocası ise evin mahzeninde tutsaklara
işkence yapıyordu. Elbette edebiyat gecelerine katılanlar, o sırada mahzende
neler olup bittiğinden habersizdi.
L.G.
—Oldukça ilginç bir hikaye...
R.B.
—Hayır, iyice düşündüğümüzde hiçbir durum o kadar da ilginç gelmiyor. Edebiyat,
özellikle de hangi türden ve hangi siyasi inançtan olursa olsun, soylulardan oluşan bir ordudan ibaret olduğunu düşündüğümüzde, her
zaman alçaklığa, aşağılığa ve aynı zamanda işkenceye yakın olmuştur. Sorun
soylu ruhtan kaynaklanır. Ve tabi ki korkudan beslenir.
L.G.
—Sizce tüm kitaplarınız arasında, ister düz yazı ister şiir olsun, bir bağlantı
kurmak mümkün mü? Başka bir deyişle, ne kadar küçük olursa olsun, hepsinde ortak
bir nokta görüyor musunuz?
R.B.
—Bütün kitaplarım birbiriyle bağlantılı. Fakat bu konuyu konuşmak bence sıkıcı
bir faaliyet.
L.G. —Herralde Ödülünü aldığınız Vahşi Hafiyeler
kitabının zamanla kült bir esere dönüşeceğinin farkında mıydınız?
R.B.
—Herralde Ödülü'nü kazanmış olan ve çok sevdiğim iki ya da üç yazar var ve bu
anlamda ismimi onların yer aldığı bir listeye eklemek benim için bir onurdu.
Pitol, Javier Marías ve Pombo’dan bahsediyorum. Ama, Anagram’ın yayınladığı ilk
kitabım olan Uzak Yıldız, 1996 yılında yayınlandığında daha fazla mutlu
olmuştum.
L.G.
—Vahşi Hafiyeleri geleneksel kara roman türüyle ilişkilendirenler de oldu.
Sizce haklılar mı?
R.B.
—Asla. Vahşi Hafiyeler, hatta şimdi düşünüyorum da, eserlerimin tamamı
olmasa da önemli bir kısmı -iyi mi kötü mü bilmiyorum ama- bir türden diğeri
arasında sorunsuz bir şekilde dolaşabiliyor. Nocturno de Chile'de,-hatırladığım
kadarıyla- üç tür var: korku, durum komedisi ve taşra romanı-gotik roman
karışımı.
L.G. —Bana göre son zamanlarda okuduğum en ilginç kitaplardan
biri olan Tres hakkında neler söyleyebilirsiniz? Nasıl ortaya çıktı?
R.B.
—-Tres, adından da anlaşılacağı üzere, farklı zamanlarda yazılmış üç şiir ya da
üç uzun metinden oluşuyor; en eskisi sanırım 1980'de, en yenisi ise 1994 ya da
1995'te yazıldı. Bu kitap hakkında söyleyebileceğim en önemli şey, bir
sandalyeye bağlanıp tekrar tekrar okumaya zorlansam, hiçbir şekilde utanç
duymayacağım bir eser, ki bence bu yeterlidir. Hatta bazen, mantıksız bir coşkuyla, en
iyi iki kitabımdan biri olduğunu bile düşünüyorum.
L.G.
—Kitabın çok iyi karşılanmadığını hatırlıyorum, sanki siz başarılı bir
hikayeciymişsiniz de şiir dünyasına girmenize izin verilmiyormuş gibi. Bununla birlikte,
bu kitap tam anlamıyla bir şiir koleksiyonu değildi.
R.B.
—Eleştirmenler romanlarıma ve kısa öykülerime karşı her zaman çok cömert
davrandılar ve şiirlerim için de benzer bir cömertlik talep etmek onların sabrını ya da eleştirmen tanrısının sabrını kötüye kullanmak
olacaktır. Bu konuda herhangi bir şikayetim yok.