Kesitler - Garcia Lorca - İnsan Sadece Ekmekle Yaşayabilir mi?

insan sadece ekmekle yaşayamaz. sokakta aç ve çaresiz olsaydım, "bana bir ekmek verin" demezdim, bunun yerine "bana yarım ekmek ve bir kitap verin" demeyi tercih ederdim. insanların ihtiyaç duyduğu kültürel taleplerden hiç bahsetmeden sadece ekonomik taleplerden bahsedenler büyük bir yanılgı içindedir. 

insanların yemek yemesi gereklidir ama herkesin hayatı öğrenmesi ve bilgiye sahip olması da en az bunun kadar gereklidir. insan ruhunun tüm meyvelerinden faydalanmayan kişiler, devletin hizmetindeki makinelere dönüşür ve ister istemez korkunç bir sosyal organizasyonun köleleri haline gelir.

bilgiyi isteyen ve ona ulaşamayan insanın durumu, ekmek arayan ve ona ulaşamayan insanın durumunda daha acıklıdır. zira aç bir insan açlığını bir parça ekmekle ya da biraz meyveyle kolayca giderebilir ama bilgiye aç olan ve hiçbir imkânı olmayan bir insan korkunç bir ıstırap çeker. onun ihtiyacı olan kitap, kitap ve daha çok kitaptır. kitap demek aşk demektir ve aşk; insanların ekmek ister gibi ya da tarlalarına yağmur yağmasını ister gibi istemeleri gereken sihirli bir gerçekliktir.

görüşüme göre rus devriminin babası adını lenin'den daha fazla ha eden yazar dostoyevski, sibirya'da, dünyadan uzakta, sonsuz karla çevrili ıssız ovalarda bir mahkumken, ailesine yazdığı bir mektupta şu sözlerle yardım istiyordu: “bana kitap gönderin, kitap, daha çok kitap, gönderin ki ruhum ölmesin üşüyordu ama ateş istemiyordu, susamıştı ama su istemiyordu, açtı ama yemek istemiyordu. kitap istiyordu, yani ufuklar, yani ruhun ve kalbin zirvesine tırmanmak için merdiven istiyordu. 

zira bir bedenin açlık, susuzluk veya soğuktan kaynaklanan fiziksel, biyolojik ve doğal ıstırabı çok az sürerdi ama tatmin edilmemiş ruhun ıstırabı bir ömür devam ederdi.










Lorca, Buñuel ve Dali I. Bölüm - Öğrenci Yurdu / Giriş

geçen yüzyılın başlarından itibaren ispanya edebiyatının, sanatının ve sinemasının en önemli aktörlerinden olan bu üçlü, öğrencilik yıllarında, madrid'te bulunan bir öğrenci yurdunda tanışıyorlar. yurt dediysem öyle sıradan bir yerden bahsetmiyoruz. madrid'te kültürel merkez haline gelen, einstein'den currie'ye kadar birçok bilim insanının gelip seminer verdiği, öğrencilerin bir araya gelip sanatta ve edebiyatta yeni akımlar ortaya çıkardığı ve tam da bu amaçlarla kurulan bir mekan söz konusu olan. yurdun kuruluş fikrinin temelinde de zaten, öğrencilere böyle bir ortam sunmak, öğrencileri kültürel, sanatsal ve düşünsel yönde besleyen çeşitli etkinlikler organize etmek ve buradan çıkan öğrencilerle ispanya ve avrupanın kültürel dokusuna nüfuz etmek bulunuyordu.


yeşillikler içinde bir öğrenci yurdu



ispanyol sinemasının en önemli yönetmenlerinden -bence en önemlisi-  olan buñuel daha 17 yaşındayken, babasının isteği doğrultusunda ziraat okumak amacıyla zaragozadan madride geliyor. spora, özellikle de boksa meraklı olan bu genç yurtta yedi yıl kaldıktan sonra felsefe ve edebiyat mezunu olarak ayrılıyor.

yurtta kaldığı günler sorulduğunda şunları söylüyor:

orada yedi yıl kaldım. anılarım o kadar canlı ki. orada kalmasaydım, orayı tanımasaydım hayatım çok farklı olurdu. içinde yaşadığım ortam, o dönemde madridte var olan edebiyat hareketi ve mükemmel arkadaşlarla tanışmam tercihlerimde önemli rol oynadı. tarım okumak için geldiğim bu yurtta önce doğa bilimlerine sonra da felsefe ve edebiyata geçtim. yedi yıl eğitim ve toplantılarla dolu geçti; sohbetlerimiz, çalışmalarımız, yürüyüşlerimiz, sarhoşluklarımız ve madridin genelevleri. 

buñuel işte illa ki konuyu geneleve getirecek. kim bilir belki de "gündüz güzeli" filminde bu genelevlerde yaşadığı olayları bile anlatmış olabilir.


ah be gündüz güzeli ah!


bir insan tarım okuyacağım diye geldiği, boksörüm diye ortalıkta dolaştığı bir yerden neden edebiyat ve felsefe okuyarak ve sinemaya yönelerek çıkar? o yaşlarda insanların ne olmak istediğinin, hangi bölümde okuduğunun, hatta okuyup okumadığının da pek bir önemi yoktur. ergenliğin sonları gençliğin başları diye tanımlayabileceğimiz bu donemde insanlar ailelerinden uzaklaşarak dünyayı kendi başlarına keşfetmeye, dünyayla kendi başlarına başetmeye girişir. arkadaş çevresine bağlı olarak da şekil alır. buñuel'in ziraat mühendisi olmak için geldiği okuldan felsefeci ve edebiyatçı olarak ayrılmasının sebebi de budur. bu arkadaş ortamında en yakın olduğu kişilerin başında dali ve lorca gelmektedir. bununla birlikte luis'in yurttaki hayatı sadece bu ikiliden ibaretti demek de saçmalık olur. ilk olarak luis yurda 1924 yılında gelmiş, modernite ve deneyselliğe ilgi duyan bir grup parlak gençle etkileşimine o yıldan itibaren başlamış, daha sonra sinematografik çalışmalarında ifadesini bulacak olan ilk sanatsal fikirlerini edinmişti. garcia ve salvador yurda 1927 yılında başlayacak, yurtta bu üçlüyü etkileyen dinamik bu tarihten sonra doruk noktasına ulaşacak ve bildiğimiz luis buñuel, garcia lorca ve salvador dali şekillenmeye başlayacaktır.

bu üçlünün yurtta kesişen, birbirlerini geliştiren, şekilleştiren, zamanla karmaşıklaşıp uzaklaştıran ilişkisini bu seride ele alacağız. arkadası yarın gibi kısa yazılarla, anekdotlarla, biraz mizah biraz dedikodu katarak devam ettireceğim bu dizinin ilk yazısını burada sonlandırıyorum. bir sonraki bölümde dali ve lorca'nın yurda gelişleri ve üçlünün tanışma hikayesiyle devam ederiz.


İspanyol Ressamlar ve Tabloları VI (Pablo Picasso - Guernica)

ikinci dünya savaşının başlamasına üç yıl kadar bir zaman vardır. sosyalist ve komünistlerin iktara gelmesine içerleyen general franco, ispanyol milliyetçilerini ve katolik imanını arkasına alarak seçilmiş sol hükümete karşı darbe yapmış ve ispanyol iç savaşı başlamıştır. ispanya'da solcuların iktidara gelmesinden rahatsız olan sadece franco değildir, almanya'da hitler, italya'da mussolini de durumdan hoşnut değildir. nazi almanyası ve mussolini italyası franco'ya askeri destek verir. zaten guernica (bask dilinde gernika şeklinde yazılır daha kolay telaffuz edilebilir bu) bombardımanı da alman ve italyan hava kuvvetleri tarafından gerçekleştirilir. kısacası franco, almanya ve italya'yı çağırıp kendi ülkesinde, kendi ülkesinin vatandaşlarını, ideolojisi kendisine ters diye bombalatmıştır. yine kendi ülkesinin insanlarını fastan getirdiği berberi askerlere kestirmiş hatta bu askerlerin moralini yüksek tutmak için sakat kalanlarla ilgili yaptığı konuşmada şu cümleyi kurmuştur:

"fas'ın cesur askerleri, savaşı kazandıktan sonra, ayağını kaybeden askerlere altından baston dağıtacağım"

sanırsın babasının malını dağıtıyor pusht. aşağıdan faslıları çağır, sağdan soldan almanları ve italyanları "bak sovyetler gelir ha sonra buralara" diye al içerde kendi vatandaşını öldürt, ee sonra da ben "büyük general franco'yum" diyerek yıllarca ülkeyi yönet. neyse sinirlenmeyecem.

naziler kafalarında kurguladıkları avrupa'ya engel çıkaracak komünistleri bölgeden temizlemek hem de hava kuvvetlerini ve yeni silahlarını denemek gibi "kutsal" bir amaçla franco'nun saldırı çağrısını kabul eder ve italyan hava kuvvetlerinin desteğini alarak, cumhuriyetçiler ve bask milliyetçileri için simgesel anlam taşıyan ve geri çekilmekte olan cumhuriyetçilerin de sığınmış olduğu gernika kasabasına 26 nisan 1937 tarihinde bomba yağdırır, kasabayı dümdüz eder.

uluslararası tepkiler gelince franco "biz bir şey yapmadık, almanlar, italyanlar da bir şey yapmadı. cumhuriyetçiler geri çekilirken gernika'yı ateşe vermişler" diye açıklama yapmıştır. beklenir franco gibilerden. en mide bulandıran yalanlar bu kafaların ürünü olmuştur tarih boyunca. neyse ki bölgede iç savaşı takip eden farklı ülkelerin gazetecileri varmış da onlar çıkıp yazmışlar gerçeği. almanlar 1997 yılında cumhurbaşkanları aracılığıyla resmi olarak özür dilemiştir. franco'cular, taa 1975 yılına kadar, başka bir deyişle franco 82 yaşında geberip gidene kadar devam etmiştir gernika'yı geri çekilen cumhuriyetçiler yaktı yalanına. (bir de en az 80 yaşamıyorlar mı ifrit oluyorum abi).

neyse... tabloya bir bakalım, ardından soru cevap şeklinde devam edelim.



soru: gernika tablosunun teknik özellikleri nelerdir?


cevap: gernika devasa bir eserdir. sanatsal, kütürel öneminden bahsetmiyorum, sahiden de 776 cm × 349 cm boyutuyla devasa bir eserdir. tuval üzerine yağlıboya olarak, kübizm, sembolizm ve ekspresyonizm akımlarını içerecek şekilde çizilmiştir. madrid'te bulunan reina sofia müzesinde sergilenmektedir.


soru: gernika kaç yılında ve nerede çizilmiştir?

cevap: gernika'nın çizimine bombardımandan bir ay yani 1937 yılının mayıs ayında başlanmış ve haziran ayında tablo tamamlanmıştır. tablo paris'te çizilmiştir. zira bütün bu olaylar olurken picasso zaten paris'te yaşamaktadır. bir de picasso doğrudan kendi içinden gelerek değil, hala iktidarda olan cumhuriyetçilerin ısmarlaması üzerine çizilmiş ve aynı yıl gerçekleştirilen paris sanat fuarında sergilenmiştir.


soru: tablo fransa'da çizilmiş dediniz. peki madrid'teki müzeye nasıl ulaşmış?

cevap: cumhuriyetçiler savaşı kaybettikten sonra iktidar francoya geçmiş ve ülke diktatörlükle yönetilmeye başlamıştır. bu durumu gören picasso tablonun ispanya'ya gitmesinin mümkün olmadığını anlamış ve diktatörlüğün sona ermesinin ardından ispanya'ya teslim edilmesi şartıyla new york modern sanat müzesi tarafından sergilenmesine ve korunmasına karar vermiştir. diktatörün vefatından sonra, 1981 yılında ispanya'ta teslim edilmiş, on bir yıl boyunca cason de buen retiro'da sergilendikten sonra 1992 yılında reina sofia müzesine alınmıştır.


soru: tablodaki karakterler ve semboller nasıl yorumlanıyor?

cevap: 

at: tablonun merkezindedir. vücudu sağa başı sola dönüktür. düşmek üzere gibi görünür, dengesini korumak için ön ayaklarından birini öne çıkarmıştır. yan tarafında dikey bir yara  vardır, ayrıca kendisine bir mızrak saplanmıştır. başı yukarı kalkmış ve ağzı açık, dili dışarı sarkmıştır. başı ve boynu gri, göğsü ve bir bacağı beyazdır. savaşın masum kurbanlarını sembolize eder.



kaçmaya çalışan kadın: yaralıdır. tablonun merkezine doğru ilerlemeye çalışır. bacağı yerinden çıkmış ya da kopmuştur, sol eliyle kanamayı dindirmeyi denemektedir, yarı ölü durumda. diğer kadın figürleri gibi yukarıya doğru bakmaktadır zira bombardımanı takip etmektedir.




kucağında ölü çocuk olan kadın: tablonun sol kısmında, boğanın hemen alt tarafında oturmuştur olarak görülmektedir. kucağında ölü bir çocuk vardır, çocuğun göz bebekleri yoktur, kadının gözleri göz yaşı şeklindedir. kafasını gökyüzüne, bombayı atanlara doğru kaldırmıştır ve acısını haykırmaktadır.



elinde kandil lambası tutan kadın: resmin merkezine yakında durmaktadır ve elindeki kandile sıkı sıkı sarılmıştır. bazılarına göre cumhuriyeti ve cumhuriyetçileri temsil etmektedir. başka bir yoruma göre bu kadın picasso'nun o dönemdeki sevgilisi olan dora maar'ın yüzüne sahiptir. kadın resimdeki adamın ve atın dramını uzaktan izlemekte ve elindeki kandille aydınlatmakta, duyurmaktadır.



ampül: elinde kandil lambası tutan kadınla birlikte, tabloya ışık sunan ikinci elementtir. hatta tutuşmuş yanan evi de katarsak üçüncü ışık kaynağıdır da diyebiliriz. ampül teknolojik ilerlemeyi, modern olanı simgelediği gibi teknolojik gelişmelerin savaşlarda kullanılmasıyla gelen yıkımı da göstermektedir.



bütün bunlarla birlikte tabloda doğrudan almanları, franco'yu eleştiren veya cumhuriyetçileri öven herhangi bir simge bulunmamaktadır. yani tabloya bakınca bir uçak, bir alman askeri, cumhuriyeti veya milliyetçi franco askerlerini temsil eden herhangi bir çizim göremiyoruz. picasso bütün derdini sembollerle anlatmaya çalışmaktadır.


soru: ya şimdi sembolizmi falan bırak da bu tablo hakkında ortamlarda anlatıp hava atabileceğimiz bir anekdot var mıdır?

cevap: olmaz olur mu? picasso ile bir nazi askeri arasında geçtiği söylenen bir diyalog vardır. asker tabloyu görür ve picasso'ya "bunu siz mi yaptınız?" diye sorar. picasso da durur mu yapıştırır cevabı "hayır, siz yaptınız!"


sonraki yazıda buluşuruz. kendinize iyi davranın.

İspanyolca Deyimler - Caérsele a Alguien los Anillos - İncilerin Dökülmez

bir de baktım ki kendimi çevirilere, ispanya tarihine şuna buna kaptırmışım, dil, gramer, deyimler falan hak getire. dedim "kendine gel, illa edebi çeviriler tarihi konular yazmak zorunda değilsin, iki tane deyim, gramer dersi yazarsan incilerin dökülmez". aslında öyle demedim ama yazının başlığıyla uyum sağlayıp havalı bir giriş yapmaya çalıştım. yapabildim mi? hayır. gerek var mıydı? yoktu. o halde saçma sapan konuşmayı bırakıp doğrudan konuya gireyim yani ir al grano yapayım.
belirli bir statüye sahip olan veya sahip olduğunu düşünen bir kişinin, daha düşük bir statüye karşılık gelen veya geldiği varsayılan bir görevi yerine getirmek için kendinden ödün vermesi veya verdiğini zannetmesi durumlarında bu deyimi kullanabiliriz. mesela mutfağı hiç temizlemeyen ve bu görevi kendisine layık görmeyen arkadaşınıza "mutfağı temizlesen, incilerin mi dökülür?" diye sormak istediğimizde ispanyolca "caérsele a alguien los anillos" deyimini kullanabiliriz.


caérsele a alguien los anillos deyiminin kelime kelime (fransızlar mot à mot der) çevirisi birinin yüzüklerinin düşmesi. bizde inci onlarda yüzük düşüyor/dökülüyor. burada can sıkıcı olabilecek kısım caérsele a alguien los anillos kelimesinde renkli yazdığım kısımların çekim üzerindeki etkisi olabilir. ama korkmaya gerek yok çünkü şimdi tek tek çekimini yazacağım.




se me caen los anillos - incilerim dökülür
no se me caen los anillos - incilerim dökülmez

se te caen los anillos - incilerin dökülür
no se te caen los anillos - incilerin dökülmez

se le caen los anillos - incileri dökülür (veya tek kişiye kibarca incileriniz dökülür)
no se le caen los anillos - incileri dökülmez (veya tek kişiye kibarca incileriniz dökülmez)

se nos caen los anillos - incilerimiz dökülür
no se nos caen los anillos - incilerimiz dökülmez

se os caen los anillos - incileriniz dökülür
no se os caen los anillos - incileriniz dökülmez

se les caen los anillos - incileri dökülür (veya birden fazla kişiye kibarca incileriniz dökülür)
no se les caen los anillos - incileri dökülmez (veya birden fazla kişiye kibarca incileriniz dökülmez)


önemli: incilerimizin ne yaptığımız zaman döküleceğini veya dökülmeyeceğini eklemek istiyorsak por edatını kullanmamız gerekir. 

no se me caen los anillos por trabajar como camarero
garson olarak çalışırsam incilerim dökülmez

ella es tu jefa pero no se le caen los anillos por ayudar a ti
o senin şefin ama sana yardım edince incileri dökülmüyor

bu ikinci örnekte sana yardım etmekten gocunmuyor çevirisi daha doğru olurdu zira bu deyimi gocunmak/gocunmamak olarak da kullanabiliriz. 

no nos caen los anillos por conducir un reno 
reno sürmekten gocunmuyorum/reno sürünce incilerim dökülmüyor (bu örnekte de gocunmak daha uygun, çeviriyi zorlamaya gerek yok)


yukarıdaki örneklerde bir model gördük ve bu modele göre deyim genellikle negatif cümle kalıbıyla kullanılıyor. türkçede de öyle genellikle bu deyim negatif cümlelerde veya soru cümlelerinde kullanılır ama sarkazmı kendine şiar edinmiş bireyler için gramer bir oyuncaktan ibarettir. gramerden korkan, "bu cümleyi şöyle kursam yanlış olur mu?" diye düşünüp duran kişi ne dil öğrenebilir ne de anadilini doğru dürüst konuşabilir.

a la señorita se le caen los anillos por lavar los platos
bulaşıkları yıkayınca küçük hanımın incileri dökülüyor

illa por kullanmak zorunda da değilsiniz
"
a la señorita se le caen los anillos si lava los platos
bulaşıkları yıkarsa küçük hanımın incileri dökülür


deyimi ben de ilk olarak roberto bolaño'nun bir röportajında duymuştum ve not etmiştim, paylaşmak bugüne kısmetmiş (naftalin). röportajda bolaño, para kazanmak için edebiyat yarışmalarına eserlerini gönderdiği yıllardan bahsediyordu ve bir yazar olarak herhangi bir kurumun açtığı yarışmaya katılıp üç beş kuruş bir şey kazanmakla yazarlığından bir şey kaybetmeyeceğini, incilerinin dökülmeyeceğini söylüyordu.


adios!

Latin Amerika Edebiyatından Çeviriler - V (La Casa Tomada - Julio Cortazar)

 

Evi seviyorduk çünkü geniş ve eski olmasının yanında (artık eski evler içindeki malzemelerden para kazanmak için parça parça satılır durumda) çocukluğumuzun, anne babamızın ve onların anne babalarının anılarını taşıyordu.

İrene ve ben evde yalnız yaşamaya alışmıştık, sekiz kişinin birbiriyle karşılaşmadan yaşayabileceği bu evde iki kişi yaşamak bir çeşit delilikti. Saat yedide kalkar, sabahı temizlik yapmaya ayırırdık, saat on bir olunca, kalan odaların temizliğini Irene’ye bırakır ve mutfağa geçerdim. Öğle yemeğimizi gün ortasında yerdik, hiç şaşmazdı; yemeğin ardından birkaç parçadan ibaret bulaşığı da yıkardık ve yapacak başka da bir iş kalmazdı. Yemeğimizi yerken sessizleşir, evin büyüklüğünü ve temizlik işine nasıl yetiştiğimizi derin derin düşünürdük. Bizi evlenmekten alıkoyanın bu ev olduğuna inandığımız da olurdu. İrene, ortada önemli bir sebep yokken iki talibini geri çevirmişti, benim Maria Esther adındaki sevgilim sözlenmeye bile vakit bulamadan vefat etmişti. Kırklı yaşlarımıza, sade ve sessiz bir evlilik yaşayan çiftler gibi girmiştik. Büyük büyük anne ve babalarımızın bu evde yaşarken sulayıp yeşerttiği soyağacı bizden sonra kökünden sökülecekti. Bir gün o evde ölüp gidecektik, aylak kuzenlerimiz eve konacak, arsasını ve tuğlalarını satıp zenginleşmek için onu yerle bir edeceklerdi; ya da çok geç olmadan evi biz yıkacaktık ki bu daha adil olurdu. İrene, bu dünyaya kimseyi rahatsız etmemek koşuluyla gelmiş gibiydi. Sabah rutinini tamamladıktan sonra günün geri kalanını yatak odasındaki sofanın üzerinde örgüyle uğraşarak geçirirdi. Kendini örgüye neden bu kadar verdiğini bilmiyorum, bence kadınlar başka bir işle uğraşmamak için bir bahane ararken icat etmişlerdi örgü örmeyi. Gerçi İrene öyle değildi, örgüleri her zaman bir işe yarardı; kış için kazaklar, benim için çoraplar, kendisi için sabahlıklar ve yelekler örerdi. Bazen bir yeleği örer fakat orasını burasını beğenmeyip hemen geri sökerdi; sepetin içinde birkaç saat önce sahip oldukları şekli kaybetmemek için direnen kırışmış iplik yığınlarını izlemekten keyif alırdım. Cumartesileri yün almak için şehre inerdim; İrene benim zevkime güvenir, seçtiğim renkleri beğenirdi, onca yumak almışımdır daha içinden birini bile iade etmiş değildir. Ben de bu fırsattan yararlanarak kitapçıları dolanır, Fransız edebiyatında herhangi bir yenilik var mı diye fuzuli sorular sorardım. 1939’dan beri Arjantin’e kayda değer hiçbir şey gelmemişti. 




Ben size evden bahsetmek istiyorum, evden ve Irene’den, zira benim bir önemim yok. Örgü olmasaydı Irene ne yapardı acaba? Bir kitabı yeniden okuyabilirsin ama bir kazağı tamamladıktan sonra onu öylece yeniden örmenin bir yolu yok. Komidinin alt çekmecesini beyaz, yeşil ve lila şallarla doldurmuştu. Naftalin kokuyordu, tuhafiye tezgahındaymış gibi üst üste yığılmışlardı; bunlarla ne yapmayı düşündüğünü sormadım bile. Yaşamak için çalışmaya ihtiyacımız yoktu, tarlalar sayesinde her ay ödeme alıyorduk ve para birikiyordu. İrene sadece örgüyle vakit geçiriyordu, bu konuda müthiş yetenekliydi. Bir örümcek maharetiyle işleyen ellerini, şişlerin gidiş gelişini ve sepetlerin içine bırakılan yumakların dönüşlerini izleyerek saatler geçirirdim. Müthiş bir uğraştı benim için.

Evin bölümlerini unutmak ne mümkün! Rodriguez Pena'ya cepheli olan en arka kısımda yemek odası, goblenlerin asılı olduğu oturma odası, kütüphane ve üç büyük yatak odası bulunuyordu. Banyo, mutfak ve yatak odalarımız ve büyük oturma odasının bulunduğu ön kanadı bu bölümden sadece büyük meşe kapıya sahip bir koridor ayırıyordu. Eve fayans döşeli bir antreden giriliyordu ve iç kapı oturma odasına açılıyordu. Antreden giren birisi iç kapıyı açınca oturma odasına erişiyordu; oturma odasının iki yanında yatak odalarımız, tam karşısında ise arka kısma giden koridor kalıyordu, bu koridordan ilerlendiğinde meşe kapıya erişiliyor, bu kapıdan geçildiğinde evin diğer kısmı başlıyordu. Meşe kapıya gelmeden hemen önce sola dönüldüğünde biraz daha dar olan başka bir koridor sizi mutfak ve banyoya götürüyordu. Meşe kapı açık olduğunda evin büyüklüğü anlaşılıyordu; kapı kapalı olduğundaysa içinde güçlükle hareket edilen herhangi bir apartman dairesine benziyordu. İrene ve ben evin ön kısmında yaşıyorduk ve meşe kapıdan ötesine -temizlik söz konusu değilse- neredeyse hiç geçmiyorduk. Mobilyaların üzerini inanılmaz derecede toz kaplıyordu! Buenos Aires temiz bir şehir olmasını kesinlikle vatandaşlara borçluydu. Havada çok fazla toz vardı, bir rüzgar esmeye görsün, hemen mermer sehpaların üzeri ve makreme örgülerin arası tozla kaplanırdı; tüylü toz temizleyici kullanarak bu tozları hakkıyla çıkarmak için çok zahmet çekerdik, üstelik tozlar uçar ve havada asılı kalır sonra tekrar mobilya ve piyanoların üzerine inerdi.




Basit ve gereksiz detaylar barındırmadığı için yaşadıklarımızı her zaman net bir şekilde hatırlayacağım. İrene yatak odasında örgü örüyordu, saat akşamın sekiziydi, mate yapmak için çaydanlığın altını yakmaya gidiyordum. Aralık duran meşe kapıyla karşılaşana kadar koridorda ilerledim, mutfağa giden koridora dönüyordum ki yemek odasından ya da kütüphaneden gelen bir ses duydum. Halıya devrilen bir sandalye ya da bir konuşmanın bastırılmış fısıltısı gibi belirsiz ve boğuktu. Aynı anda ya da bir saniye sonra, yine o kısımdan, kapıya giden koridorun sonundan gelen sesi de duydum. Çok geç olmadan ileriye atıldım, vücudumu yaslayarak kapıyı kapattım; neyse ki anahtar bizim bulunduğumuz taraftaydı, kapıyı kilitledim ve büyük sürgüyü sürerek güvenliği artırdım. Mutfağa gidip suyu ısıttım ve tepsiyle geri döndüğümde İrene'ye “Koridorun kapısını kapatmam gerekti. Arka tarafı ele geçirdiler” dedim. Elindeki örgüyü bıraktı ve yorgun gözleriyle bana baktı.

—Emin misin?

Başımı salladım.

—Öyleyse —dedi şişleri yerden alırken— bu kısımda yaşamamız gerekecek.

Ben özenli bir şekilde mate hazırlıyordum ama onun yapmakta olduğu işe devam etmesi biraz zaman aldı. Hatırladığım kadarıyla gri bir yelek örüyordu; o yeleği seviyordum.

İlk birkaç gün sancılı geçti çünkü ikimizin de sevdiği pek çok şey ele geçirilen kısımda kalmıştı. Fransız edebiyatı kitaplarımın tamamı kütüphanedeydi. İrene bazı örtüleri ve kışın onu çok sıcak tutan terliklerini özlüyordu. Ben ardıç pipomu arıyordum, İrene'nin aklında yıllar öncesinden kalma bir Hesperidin şişesi gelip duruyordu. Sıklıkla (ama sadece ilk günlerde) şifonyerin çekmecelerinden birini kapatıyor ve üzgün bir şekilde birbirimize bakıyorduk.

—Burada değil!

Aradığımız şey, evin diğer tarafında kaldığı için artık bulamayacağımız eşyalardan biri dahaydı. İyi yanları da vardı bu durumun. Mesela temizlik çok kolaylaşmıştı. Geç saatte - diyelim ki saat dokuz buçukta- uyansak bile on bir olmadan işimizi bitirip kollarımızı kavuşturmuş oluyorduk. İrene benimle birlikte mutfağa girmeye başladı, öğle yemeğini hazırlarken bana yardımcı oluyordu. İyice düşündük ve karar aldık: ben öğle yemeği hazırlarken o akşam için soğuk yenebilecek yemekler hazırlayacaktı. Bu iyi bir karardı zira hava karardıktan sonra yemek pişirmek için yatak odalarımızdan çıkmak bizi rahatsız ediyordu. İrene’nin yatak odasındaki masa ve soğuk yemekler bize yetiyordu. İrene de mutluydu; örmek için daha fazla vakit buluyordu. Kitaplar yüzünden biraz canım sıkılmıştı ama kardeşimi üzmemek için babamın pul koleksiyonunu karıştırmaya başladım, zaman öldürmeme yardımcı oluyordu. Keyfimiz yerindeydi, her birimiz kendi istediğimiz işlerle uğraşıyor, vaktimizin büyük kısmını daha rahat olduğu için İrene'nin yatak odasında geçiriyorduk. Bazen İrene “Bulduğum şu modele bir bakıver. Sence de yoncaya benzemiyor mu?” derdi. Ben de, arada bir, Eupen-Malmédy'den bir pulun ne kadar kıymetli olabileceğini görmesi için gözlerinin önüne küçük bir kağıt karesi uzatıyordum.

İyiydik ve yavaş yavaş düşünmemeye başladık. Düşünmeden yaşayabiliyor insan. (İrene sayıklamaya başladığında hemen uyanıyordum. Bazen bir heykelin donukluğunu bazen de bir papağanın gevezeliğini andıran, gırtlaktan değil, rüyalardan gelen o sese hiç alışamadım. İrene'nin dediğine göre benim uykum arada sırada battaniyenin yere düşmesine neden olan büyük sarsıntılardan ibaretti. Yatak odalarımızın arasında oturma odası vardı, ancak geceleri evdeki her sesi duyabiliyorduk. Nefes alışlarımızı, öksürüklerimizi duyuyor, yatağın başucundaki lambanın düğmesine doğru hamle yapışımızı ve karşılıklı ve sık yaşanan uykusuzlukları hissedebiliyorduk. Bunun dışında evde her şey sessizdi. Gündüz evdeki gündelik sesler, örgü iğnelerinin metalik sürtünmesi, pul albümünün sayfalarının dönerken çıkardığı hışırtı hüküm sürüyordu. Meşe kapının çok büyük olduğunu söylemiştim sanırım. Ele geçirilen kısımda bulunan mutfağa ve banyoya gittiğimizde yüksek sesle konuşurduk ya da İrene ninniler söylerdi. Mutfakta başka seslerin araya girmesine izin vermeyecek kadar çok çanak çömlek ve bardak şangırtısı olurdu. Orada sessizliğe nadiren izin verirdik ama yatak odalarına ve oturma odasına dönünce ev sessizleşirdi, birbirimizi rahatsız etmemek için adımlarımızı daha yavaş atardık. Sanırım bu yüzden İrene rüyasında yüksek sesle konuşmaya başladığında ben hemen uyanıyordum. Her şey tekrar etmesine rağmen farklı sonuçlar doğuruyordu.
Bir gece susadığımı hissettim ve yatmadan önce Irene'ye mutfağa gidip kendime bir bardak su dolduracağımı söyledim. Yatak odasının kapısındaydım -o örgüsünü örüyordu- mutfaktan gelen bir sesi duydum; mutfaktan ya da banyodan geliyor olabilirdi, koridorun kıvrımı sesi boğuyordu. Aniden durmama şaşıran İrene tek kelime etmeden yanıma geldi.  Sesleri dinlemeye koyulduk, seslerin meşe kapının bu tarafında, mutfak veya banyoda hatta koridorun kıvrımında, yani neredeyse yanımızda olduğunu açıkça fark ettik. Birbirimize bakmaya bile vakit bulamadık. İrene'nin kolunu tuttuğum gibi arkama bakmadan koşmaya başladım. Arkamızdan gelen sesler daha boğuk olmalarına rağmen sürekli büyüyordu. Kapıyı kapattım, antrede durmuştuk.  Artık hiçbir şey duymuyorduk.
— Bu kısmı aldılar, dedi Irene.
Örgüsü ellerinden sarkıyordu, yün ipler kapıya kadar gidip altında kayboluyordu. Yumakların diğer tarafta kaldığını görünce örgüyü elinden bıraktı. “Bir şey almaya vaktin oldu mu?” diye sordum faydasızca. “Hayır, hiçbir şey alamadım” dedi. Üzerimizdeki giysilerle kalmıştık. Yatak odamın dolabında on beş bin peso olduğunu hatırladım ama artık çok geçti. Kol saatim yanımda olduğu için saatin gece on bir olduğunu gördüm. Kolumu İrene'nin beline doladım -sanırım ağlıyordu- ve sokağa çıktık. Uzaklaşmadan önce içim yanarak dış kapıyı kilitledim ve anahtarı kanalizasyona attım. Mazallah blisin birinin aklına hırsızlık gelir, o saatte -zaten ele geçirilmiş olan- eve falan girerdi.


                                                              

                                                                                 İspanyolcasından çeviren: Ercan Bayraz

Röportajlar - Alejandro Jodorowsky I - Bütün Bunları Aptal Bir İhtiyara Dönüşmemek İçin Yapıyorum

serinin ikinci çevirisini jodorowski'ye ayırıyorum. tamamını olduğu gibi çevirdiğim röportajın latercera.com sitesinde yayınlanan orijinaline buraya tıklayarak erişebilirsiniz. 




Günümüzün çizgi roman dünyasını nasıl yorumluyorsunuz?

Benim işim canlı ve şimdiki zaman içerisinde biriken bir iş. Bir dahi olan Moebius ile yaklaşık 30 yıl çalışma şansına sahip oldum. Şu anda José Ladrönn ile birlikte Los hijos del Topo'nun ikinci bölümü ve simya bakış açısıyla Fransa tarihini anlatan Los caballeros de Heliópolis'in üçüncü cildi üzerinde çalışıyorum. Ayrıca El Papa Terrible'nin dördüncü cildi ve Sangre Real'in yeni sayısı da var. Bütün bunları aptal bir ihtiyara dönüşmemek için yapıyorum.


 Psikobüyü (Psikomaji) filminin konusu nedir?

Film, psikanalizi tamamlayan psikobüyü tekniğine genel bir bakış açısı sunuyor. Psikanaliz sadece sözlerle, psikobüyü ise eylemlerle tedavi eder. Çekimler tamamlandı ancak filmin gösterime girmesi için Cannes Film Festivali'nin kararını bekliyoruz ve bunu 15 Şubat'tan önce öğrenemeyeceğim.

Psikobüyü’nün arka planında ne var?

Marsilya Tarotu üzerinde çalışmaya başlamam önemliydi. O zamanlar cadılar tarafından para kazanmak için kullanılan bir kart oyunuydu. Tarotun kökeni Orta Çağ'a dayanır ve en az Kitab-ı Mukaddes kadar derindir.  Artık tarot bakarken gelecek okumasını ortadan kaldırıyorum ve kişinin bugününü ve geçmişten gelen sorunlarını analiz ediyorum.


Biyografik hikayenizin üçüncü bölümü nasıl ilerliyor?

Para topluyoruz. Benim olayım auteur sineması, bu yüzden crowdfunding yapıyorum.  Viaje esencial Fransa ve Meksika'daki deneyimlerimi anlatıyor. Bir sürü şey var, bu yüzden bir senaryo hazırlıyorum.  Yarısına geldim. Fransa bölümünü yazdım. Sana bir şey söyleyeyim mi? 17 Şubat'ta 90 yaşıma giriyorum ve buna inanamıyorum! İnsanın yaşını hissetmediğini söyleyebilirim, Nicanor Parra'yı çok iyi anlıyorum. İnsan sevdiği işi yapmaya devam ettiği sürece yaşlanmıyor.


Bu hafta Parra'nın birinci ölüm yıldönümüydü...

Bir yıl ha! Parra benim ruhani öğretmenimdi. Onu Enrique Lihn ile keşfettiğimizde henüz Antipoemas'ı yayınlamamıştı. Sonra El Quebrantahuesos’u hep birlikte hazırladık.  Poesía sin fin’de benim 100 yaşında olduğum ve kendime tavsiye verirken göründüğüm bir sahne var. Şili'de çekim yaptığım için, o sahne için önceden Las Cruces'te (2015'te) Nicanor'u görmeye gittim. Parra'nın söylediklerini ezberledim ve o sahnede tekrarladım.


Bugün Şili'deki aile çatışmasında, onun ilerleyen yaşlarında akli melekelerinin yerinde olmadığını öne sürüyor...

O 100 yaşındayken ben Parra ile konuştum ve sapasağlamdı. Zihni hiç zarar görmemişti. Tek sorun bacaklarında bir sorun olmasıydı, iyi hareket edemiyordu ama zekası mükemmeldi.

 

Siz yolculuk yapmakta zorlanıyor musunuz?

Uçakla yolculuk yapmak zor oluyor. Bir defasında, Guadalajara Kitap Fuarı, konuk yazarlar olarak Nicanor Parra, Isabel Allende ve beni davet etti. Allende, çok depresif olduğunu belirterek gitmedi. Nicanor "Kronos nedeniyle gelemeyeceğim” dedi. Onları ben temsil ettim. Şimdi ben de Parra gibiyim, bana New York'ta bir serginin açılışını teklif ediyorlar ve ben burada kalmayı tercih ediyorum.


Paris’te yaşamaya devam mı edeceksiniz?

Ben Paris’te yaşamıyorum, ayakkabılarımın içinde yaşıyorum. Benim vatanım ayakkabılarım (gülüyor). Paris’teyim çünkü hayatımı çizgi romandan kazanıyorum. Ama öldüğümde küllerimin stratosfere savrulmasını isterim. Bedenime bağımlı değilim.


Şili ve Fransız vatandaşlığınız var, değil mi?

Pasaportumun süresi doldu ve şu anda Şilili değilim, kültür alanında çok önemli biri olduğumu söylüyorlar ama bana Ulusal Sanat Ödülü'nü bile vermiyorlar!


Bu "El pago de Chile"* dedikleri şey herhalde...

Bence öyle. Parra bunu söyledi ama Şili'den hiç ayrılmadı, Pinochet döneminde bile. Kalmam gerekiyordu ama yapamadım çünkü Şili'de kendimi gerçekleştiremiyordum. Roberto Matta'nın bir keresinde bana şöyle dediğini hatırlıyorum: "Herkes Fransa'da başarılı olmanın zor olduğunu söylüyor ve ben de size çok kolay olduğunu, sadece ilk 50 yılın zor olduğunu söylüyorum".

 

 * Bir fiilin olması gerektiği gibi takdir edilmediğini ima etmek için kullanılan bir Şili deyimi.

Röportajlar - Roberto Bolaño - I

röportaj serisinin ilk yazısını roberto bolaño'ya (tabii ki) ayırıyorum. critica.cl sitesinden sadeşleştirerek çevirisini yaptığım röportajın orijinaline ve bütününe buraya tıklayarak erişebilirsiniz.




Luis García — Vahşi Hafiyeler romanı ile Herralde Roman Ödülü'nü kazandınız. En başından bugünlere nasıl geldiniz?

Roberto Bolaño —Birazcık sağlıksız bir neşeyle geldim. O zamanlar Figueres ve Cadaques'in arasında bulunan Roses'de çalışıyordum, ancak hayatımda göz alıcı hiçbir şey yoktu, göz alıcı kelimesini sanat veya gösteri dünyasında çalışan (aslında, sanat ve gösteri dünyası arasındaki farkı bildiklerinden çok şüpheli olduğum) yüzlerce Latin Amerikalı sürgün tarafından anlaşıldığı ve örneklendiği gibi yorumluyorum. O zamanlar takı satıyordum, yani kendi küçük işim vardı ve Binbir Gece Masalları'ndaki bir Arap gibi ya da Prag gettosundaki bir Yahudi gibi yaşıyor, çeşitli takı parçalarının muhteşem isimlerini öğreniyordum. Öğle saatlerinde limandaki dalgakıranda dalışa gidiyordum, burada hala ahtapot görmek mümkündü. Ahtapotlar beni gördüklerinde uzaklaşıyorlardı ve ben de onlara dokunmadan, uzun bir süre takip ediyordum. Akşamları, günün kazanç ve kayıplarını hesaplayıp oldukça kalın bir deftere yazdıktan sonra, yere uzanarak (masam yoktu) yazmaya başlıyordum. Bazen o gün gördüğüm ahtapotun gözlerini düşünüyordum ve bu bende muhteşem bir his uyandırıyordu. Bir dolandırıcılığın kurbanı olmasaydım, muhtemelen hala aynı işi yapıyor olurdum.


L.G. —Zafer kazanmış bir insan olmak nasıl bir duygu? Yani yirmi yıl içinde marjinal bir yazar olmaktan çıkıp Herralde Roman Ödülü'nü ve ardından Rómulo Gallegos Ödülü'nü kazanmak nasıl bir his?

R.B. —Zafere inanmıyorum. Aklı başında olan insanlar zafere inanmaz. Ben, zamana inanıyorum. Elle tutamasak da, zaman kavramında bir gerçeklik var, zafer böyle bir gerçekliğe sahip değil. Muzaffer insanlar kentinde dünyanın en sefil insanları yaşar ve ben ne o noktaya ulaştım ne de kendimi o noktaya ulaşacak durumda görüyorum.


L.G. —Sizin gibi bir Şililinin Girona sahilinde ne işi var? Sizi burada kalmaya ikna eden ne?

R.B. —Burayı seviyorum. Başka bir yerde yaşasaydım, sanırım oraya da alışır ve az çok mutlu bir hayat sürerdim. Baba tarafım göçmen bir aile, büyükbabam Galiçyalı, büyükannem ise Katalan. Babam Şili'de doğdu, sonra Meksikalı oldu. Benim ailem ya da ailemin bir kısmı işçi sınıfına mensup, işçi sınıfının bir burjuva icadı olan anavatana inanmayı bırakması için birazcık teşvik edilmeye ihtiyacı var, burjuva derken Fransız burjuvazisini olduğu kadar Sovyet burjuvazisini ya da Çin burjuvazisini de kastediyorum. Ancak şunu da kabul etmeliyim ki ben neredeyse her zaman çoğunluğa karşıyım ve anavatan kavramı çoğunluğun (yurttaşların) kendi dogmalarını, cezalarını ve ödüllerini en ikna edici şekilde dayattıkları yerdir.


L.G. —Meksika'da uzun süre yaşayan biri olarak kendinizi
boom akımıyla mı yoksa crak kuşağıyla mı daha çok özdeşleştiriyorsunuz?

R.B. —Hayır, kendimi hiç bir şekilde boom akımıyla özdeşleştirmiyorum. Cortázar ve Bioy gibi sık sık yeniden okuduğum çok iyi yazarlar içermesine rağmen, boom'dan gelecek en küçük bir sadakayı bile kabul etmem. Boom, başlangıçta -neredeyse her şeyde olduğu gibi- çok iyiydi, çok teşvik ediciydi, ancak boom'un mirası korkutucu. Örneğin, Garcia Marquez'in resmi varisleri kimdir? Isabel Allende mi, Laura Restrepo mu, Luis Sepulveda mı yoksa başka birileri mi? Bana göre Garcia Marquez, gittikçe daha çok Santos Chocano ya da en iyi ihtimalle Lugones'e benziyor. Peki Fuentes'in resmi varisleri kimdir? Vargas Llosa’nın? Neyse, bu konuyu kapatalım. Okurlar olarak görünüşe göre hiçbir çıkışın olmadığı bir noktaya ulaştık. Yazarlar olarak kelimenin tam anlamıyla bir uçuruma vardık. Karşıya geçmenin bir yolu yok, ama geçmek zorundayız ve bizim işimiz de bu; karşıya geçmenin bir yolunu bulmak. Görünen o ki, bu noktada ebeveynlerin (ve bazı büyükanne ve büyükbabaların) geleneği hiçbir işe yaramıyor, aksine bir yük haline geliyor. Uçurumdan düşmek istemiyorsak bir şeyler yaratmalı, cüretkar olmalıyız, ancak bu da hiçbir şeyi garanti etmiyor.


L.G. —Sindirilmesi zor olan hikayeler yazma eğilimindesiniz. Romanlarınız hayata ne borçlu?

R.B. —Her şeyi. Her şeyini hayata borçlu olmayan hiçbir şey yoktur.


L.G. —Peki şiiriniz? Onları kimden miras aldınız?

R.B. Şiirsel bir eser genellikle bir kütüphanenin, bir yaşamın ve o yaşama ait atılımların sonucudur. Bu anlamda, bir ya da on şair ismi zikretmek faydasızdır, binlerce şair var, üstelik bu şairlerin etkisi her zaman göreceli, yaşanan serüvene bağlı. Serüven derken sadece yolculuğu ve riski kastetmiyorum, aynı zamanda hastalıkları, dostlukları, küçük ve gündelik olayları ve tabii ki insanların tanrı, tanrıların da insan olduğu zamanlardan geriye kalan tek şeyi, yani dostluğu kastediyorum. Pardon, eksik kaldı, aşk da var ama aşkın biraz daha hassas bir yönü var.


L.G. —Folklor ve hiciv sevenler arasında çok popüler olan Şiir Günlerinden bazılarına katılmış olan siz, son dönem İspanyol şiirini nasıl yorumluyorsunuz?

R.B. —Benim için yeni İspanyol şiiri hâlâ Leopoldo María Panero ve Pere Gimferrer'den ibarettir. Doğrusu, Gimferrer'in çalışmaları çok ilgimi çekiyor, sadece şiirsel çalışmaları değil, Gimferrer'in tüm çalışmaları. Miguel Casado'yu da seviyorum, görünmezliğin peşindeymiş gibi davranan bir şair ama aslında aradığı şey belirgin olmak. Bazen görünmezlik ve belirginleşmenin aynı şey olduğu doğrudur.


L.G. —Sizinle yapılan bir söyleşide, profesyonelliğe edebiyat yarışmalarında adım attığınızı 
bu yarışmaların sizin için bir hayatta kalma aracı olduğunu duymuştum. Bunların doğruluk payı var mı?

R.B. —Tamamen doğrudur. Para kazanmak için her türlü edebiyat yarışmasına katılıyordum. Şiirlerimi ve aynı iki romanımı açılan bütün yarışmalara gönderiyordum. Hepsi bir ödül kazındı, hatta bazıları birden fazla ödül kazandı (isimlerini değiştirip farklı yarışmalara gönderiyordum). Beslenmek için gerekli bir faaliyetti diyebilirim. Edebiyat yarışmalarını konu alan «Sensini» adında bir öykü yazdım, «Llamadas Telefónicas» kitabımda yayınlandı. İspanya ve Latin Amerika'da önemli ödüller kazanmamı sağlayan, temelde melankolik olmasına rağmen içinde coşkulu anlar da barındıran bir dönemiydi hayatımın.


L.G. —Kitaplarınızda yadsınamaz bir siyasi hava var. (Kendi ülkesinde terörist olmakla suçlanan ve kendisini sürgün olarak gören birinden bunun aksi de beklenemezdi). Peki neden İspanya'daki toplumsal hareketlere -örneğin Luis Sepúlveda’nın katıldığı gibi- etkin bir şekilde katılmıyorsunuz?

R.B. —Şili'de tutuklandığımda, aksanım Meksikalı olduğu için "yabancı terörist" yaftası yedim. Bu yaftayı göğsümde bir şeref madalyası gibi taşıdım. Ne yazık ki o madalya çok dayanmadı. Beni bir kontrol noktasında durduran jandarma teğmeni muhtemelen şizofrendi ve belli ki kimse onun ne yaptığıyla ilgilenmiyordu. Bazı Alman yayınlarında altı ay hapis yattığımı hayretle okudum. Aslında sadece sekiz gün yatmıştım. Sosyal hareketlere katılma konusuna gelince; Luis Sepúlveda'nın ne tür sosyal hareketlere katıldığı konusunda hiçbir fikrim yok, ama eminim ki beni o kulübe almazlardı. Ne o kulübe ne de bir başkasına. Kısacası, nezaketimden, inceliğimden, kesin kovulacak olmamın vereceği kötü histen onları korumak için katılmadığımı söyleyebilirim. Başka bir şekilde söylemek gerekirse: onlar kendi siyasetleriyle ilgilensinler; ben edebiyatla ve kendi siyasetimle ziyadesiyle meşgul durumdayım. Son bir husus daha var; İspanya'da kendimi hiçbir zaman sürgün gibi hissetmedim, Meksika'da, Orta Amerika'da veya İspanyolca konuşulan başka bir yerde kendimi hiçbir zaman sürgünde hissetmedim.


L.G. —Nocturno de Chile'deki işkence seansları ve edebiyat toplantılarını birleştiren hikayenin oldukça grotesk bir yanı var. Bu hikaye edebi bir öğe olarak aklınıza 
nasıl geldi?

 

R.B. —Bu olay gerçek ve herkes tarafından biliniyor, ancak yakın zamana kadar Şili'de kimse bu konu hakkında açıkça konuşmadı. Santiago'daki malikanesinde edebiyat toplantıları düzenleyen kadın bir yazar vardı; aynı kadının, Letelier'in arabasına ABD'de bomba koyan ve Buenos Aires'te Prats'a suikast düzenleyenlerden biri olan Amerikalı kocası ise evin mahzeninde tutsaklara işkence yapıyordu. Elbette edebiyat gecelerine katılanlar, o sırada mahzende neler olup bittiğinden habersizdi.


L.G. —Oldukça ilginç bir hikaye...

R.B. —Hayır, iyice düşündüğümüzde hiçbir durum o kadar da ilginç gelmiyor. Edebiyat, özellikle de hangi türden ve hangi siyasi inançtan olursa olsun, soylulardan oluşan bir ordudan ibaret olduğunu düşündüğümüzde, her zaman alçaklığa, aşağılığa ve aynı zamanda işkenceye yakın olmuştur. Sorun soylu ruhtan kaynaklanır. Ve tabi ki korkudan beslenir.


L.G. —Sizce tüm kitaplarınız arasında, ister düz yazı ister şiir olsun, bir bağlantı kurmak mümkün mü? Başka bir deyişle, ne kadar küçük olursa olsun, hepsinde ortak bir nokta görüyor musunuz?

R.B. —Bütün kitaplarım birbiriyle bağlantılı. Fakat bu konuyu konuşmak bence sıkıcı bir faaliyet.


L.G. —Herralde Ödülünü aldığınız 
Vahşi Hafiyeler kitabının zamanla kült bir esere dönüşeceğinin farkında mıydınız?


R.B. —Herralde Ödülü'nü kazanmış olan ve çok sevdiğim iki ya da üç yazar var ve bu anlamda ismimi onların yer aldığı bir listeye eklemek benim için bir onurdu. Pitol, Javier Marías ve Pombo’dan bahsediyorum. Ama, Anagram’ın yayınladığı ilk kitabım olan Uzak Yıldız, 1996 yılında yayınlandığında daha fazla mutlu olmuştum.


L.G. —Vahşi Hafiyeleri geleneksel kara roman türüyle ilişkilendirenler de oldu. Sizce haklılar mı?

R.B. —Asla. Vahşi Hafiyeler, hatta şimdi düşünüyorum da, eserlerimin tamamı olmasa da önemli bir kısmı -iyi mi kötü mü bilmiyorum ama- bir türden diğeri arasında sorunsuz bir şekilde dolaşabiliyor. Nocturno de Chile'de,-hatırladığım kadarıyla- üç tür var: korku, durum komedisi ve taşra romanı-gotik roman karışımı.


L.G. —Bana göre son zamanlarda okuduğum en ilginç kitaplardan biri olan Tres hakkında neler söyleyebilirsiniz? Nasıl ortaya çıktı? 


R.B. —-Tres, adından da anlaşılacağı üzere, farklı zamanlarda yazılmış üç şiir ya da üç uzun metinden oluşuyor; en eskisi sanırım 1980'de, en yenisi ise 1994 ya da 1995'te yazıldı. Bu kitap hakkında söyleyebileceğim en önemli şey, bir sandalyeye bağlanıp tekrar tekrar okumaya zorlansam, hiçbir şekilde utanç duymayacağım bir eser, ki bence bu yeterlidir. Hatta bazen, mantıksız bir coşkuyla, en iyi iki kitabımdan biri olduğunu bile düşünüyorum.


L.G. —Kitabın çok iyi karşılanmadığını hatırlıyorum, sanki siz başarılı bir hikayeciymişsiniz de şiir dünyasına girmenize izin verilmiyormuş gibi. Bununla birlikte, bu kitap tam anlamıyla bir şiir koleksiyonu değildi.

R.B. —Eleştirmenler romanlarıma ve kısa öykülerime karşı her zaman çok cömert davrandılar ve şiirlerim için de benzer bir cömertlik talep etmek onların sabrını ya da eleştirmen tanrısının sabrını kötüye kullanmak olacaktır. Bu konuda herhangi bir şikayetim yok.

Kesitler - Julio Cortazar - Nerelisin?

...
Ben Arjantinliyim ama hayatın cilvelerinden biri olarak Belçika'nın başkenti Brüksel'de doğdum ve bu oldukça enteresandı. Annem de babam da Arjantinli, babam Brüksel'deki Arjantin Elçiliğinde bir göreve atandığında yeni evlilerdi. Brüksel'e gemiyle gittiler. Dokuz ya da on ay sonra ben Brüksel'de ortaya çıktım. Ancak size oldukça trajik koşullarda ortaya çıktığımı söyleyeceğim, çünkü 26 Ağustos 1914'te doğdum. Tarihle ilgilenenleriniz bir ay önce Birinci Dünya Savaşının patlak verdiğini ve Ağustos 1914'te Kayzer'in Alman birliklerinin kan ve ateş içinde Belçika'ya girdiğini bilecektir. Fransa'ya karşı saldırıya geçmeden önce Brüksel'i işgal ettiler. Bu yüzden benim doğumum çok özeldi çünkü annem bir klinikteydi ve her yere Alman topları düşüyordu. Biraz riskli bir doğumdu ve neredeyse annemin ve hatta benim hayatıma mal oluyordu ama ikimiz de hayatta kaldık. Ailem diplomatik ayrıcalığa sahip olduğu ve Arjantin tarafsız bir ülke olduğu için, Almanlar Belçika'yı işgal ettiğinde, yine tarafsız bir ülke olan İsviçre'ye gitmemize izin verildi. Kız kardeşim orada doğdu. Biz iki kardeşiz. Daha sonra ailem üçüncü bir tarafsız ülkeye, İspanya'ya geçebildi ve 1914'ten savaşın sona erdiği 1918'e kadar orada kaldılar çünkü Arjantin'e dönemiyorlardı. O zamanlar tabii ki yolcu uçağı yoktu, gemiyle de seyahat edilemiyordu çünkü Alman denizaltıları tüm gemileri batırıyordu. Barselona'da kalmak zorundaydık ve çok küçük bir çocuk olarak ilk karışık anılarım Barselona'ya dair anılardır. 

Dört yaşındayken Arjantin'e döndüm, o zamanlar konuşmakta olduğum Fransızca'yı unuttum ve şu an olduğum kişi oldum: bir Arjantinli...


Julio Cortazar ve kedi dostu


Franco'nun Kemikleri - II

bazen yazıları devam ettirmediğim veya geciktirdiğim oluyor. tiktok, instagram çağındayız, insanlar bilgileri en fazla bir dakikaya sığdırılacak şekilde videolardan, info-grafiklerden edinmeyi tercih ediyor ve muhtemelen bu uzun yazılar -daha doğrusu uzun değil, hepi topu birkaç paragraf olan ama uzun olarak kabul gören yazılar- artık kimse tarafından okunmuyor. borges'e neden roman yazmıyorsun diye sorulduğunda "çok uzun ve gereksiz oluyor, aynı meseleleri kısa bir öyküyle anlatmak ve bu şekilde yazdıklarımı kontrolüm altında tutmak daha kolay oluyor" demiş uzun yıllar önce (tabii ki uzun yıllar önce olacak, adamın ölümünün üzerinden neredeyse kırk sene geçmiş. herkesi yoko ono gibi ölümsüz mü sanıyorsun? - peşin not: bu yazının yazıldığı tarihte hala yaşıyordu. kendisi bir gün rahmetli olursa ve siz bu yazıyı o hakka yürüdükten sonra okursanız bu cümleyi n'olur yazarı kınamayın, örselemeyin) 

bilgiyi kapsül halinde alma, çabucak asimile etme ve doğruluğunu bile kontrol etme zahmetine girmeden başkalarına satma çağında bir insan neden oturup klavyenin tuşlarına basmakla meşgul olsun? neden gözlerinin geriye kalan ferini ekrana bakarak tüketsin, neden cümleye nasıl gireceğini, nereden ilerleyip, nereden çıkacağını, yazının genelinde nasıl bir üslup kullanacağını, noktalamaya, büyük-küçük harf düzenine uyup uymayacağını düşünsün? aslında çok farkımız yok. bazılarımız paranın, malın mülkün peşindeyiz, bazılarımız bu dünyadan geçtiğimize dair bir iz bırakmanın. yıllar sonra birilerinin bir tiktok videomuzu izleyecek olması veya yıllık ödev verilen bir öğrencinin googleda arama yaparken robotlar tarafından buraya yönlendirilerek bu yazıyı okuması aynı kapıya çıkıyor.

20.yy başında ispanyanın hali



1900'lü yılların başı ispanya için pek de iç açıcı değildi. amerika birleşik devletleri diye bir devlet peyda olmuş ve sadece kuzey amerika'daki yeni ispanya topraklarını yutmakla yetinmeyip kübayı, porto rikoyu, filipinleri ve guam'ı da ispanyanın elinden çekip almış, ispanya elinde kalan son bir iki denizötesi koloniyi de savunamayacağını görünce alalacele içinde yaşayan marabalarıyla birlikte 25 million peseta karşılığında almanya'ya satmıştır. ispanya'nın elinde kala kala afrikadaki birkaç koloni kalmıştır.

fas'ta huzursuzluk ve ispanya'ya yansımaları

o dönemler fas'ın kuzeyini ispanya sömürüyordu. bugün hala ispanya toprağı olan ceuta y melilla civarında konuşlanmış olan ispanyol kuvvetleri biraz daha yayılalım, genişleyelim dedikleri anda rif kabilelerinin tepkisine maruz kalıyor ve kabileler abdülkerim hattabi liderliğinde gerilla mücadelesi başlıyor. ispanyol kuvvetlerine ağır darbeler vuruluyor. yüzlerce ispanyol garnizonu ve karakolu kuşatılıyor teslim olmaya zorlanıyor teslim olmayanlar çatışmada, teslim olun hayatınızı bağışlayalım vaadine inanarak teslim olanlar da silahları toplandıktan sonra infaz edilerek öldürülüyordu. olay artık aşağılanma durumuna gelmişti. 1921 yılında gerçekleşen bu olaylara ispanyollar annual felaketi adını vermiştir. asker olan kardeşini annual felaketinde kaybeden ve kendisi de asker olan primo de rivera 1923 yılında bir darbe yapar ve kralın da onayıyla ülke yönetimini ele geçirir. kardeşinin acısıyla olsa gerek fas'taki gerilla direnişine karşı alhucemas körfezi çıkarmasını gerçekleştirir rif kabilelerine saldırır ve abdülkerim hattabi'yi teslim olmak zorunda bırakır. hattabi onca ispanyol kestikten sonra ne olur ne olmaz diye fransızlara teslim olur ve sürgüne gönderilir. primo de rivera diktatörlüğü dönemi böylece başlar. bu alhucemas körfezi çıkarmasının bir diğer önemli yanı da francisco franco'nun da çıkarmaya katılmış olmasıdır.

francisco franco ve primo de rivera çıkarmanın en önünde atla giderken


içerdeki durum

dışarıda bunlar olurken içerde sürekli bir huzursuzluk, çalkalanma, sosyal hareketler, grevler almış başını gitmektedir. katalunya meselesi (evet taa o dönemlerden beri var) iktidarın kontrolünden çıkmaya başlamıştır. ülkede siyasi cinayetler, suikastler gırla gitmektedir. kral bunlarla başedememektedir, en nihayetinde rivera "ehhh  eytere bee"diyerek darbe yapar. darbenin ardından anayasa askıya alınır, belediyeler kapatılır, meclis dağıtılır ve yönetim tamamen rivera'nın iki dudağı arasından çıkacak laflara göre yapılır. kral sekizinci alfonso'ya görüşü sorulduğunda şu cevabı verir:

"askeri diktatörlüğü kabul ettim çünkü İspanya ve ordu; anarşiye, parlamenter ahlaksızlığa ve politikacıların basiretsizliğine son vermek için bunu istiyordu. tıpkı italya'nın faşizmi benimsemek zorunda kalması gibi kabul ettim zira komünizm en yakın tehditti. yarımada'da ve afrika'da muzdarip olduğumuz habis tümörlere karşı enerjik bir tedavi uygulamak gerekiyordu."

basının karşısında böyle konuşsa da aslında çok da hoşuna gitmemektedir. italya'ya yaptığı bir ziyaret sırasında mussolini'yle benzer bir durum yaşayan italyan kralına "benim başımda da var bir mussolini" der. 

primo de rivera ise "ülkenin artık liberal ve demokratik laflara karnı doymuştur; düzen, iş ve iyi bir ekonomi lazımdır" diyerek insanları zayıf karnından yakalamış ve diktatörlüğüne destek bulmuştur.

rivera ve kral darbeden sonra birlikte poz veriyorlar. tahmin edin hangisi kral? hayır dombili olan değil, soldaki ibiş tipli olan.


primo de rivera'nın "sadece doksan gün duracağım, ülkeyi yenilemek için bu süre bana yeter" diyerek başladığı diktatörlük altı yıldan uzun sürecektir. bu süreç içinde rivera'nın icraatlarını yazıyı sıkıcı hale getirmemek için madde madde sıralayalım:

- anayasanın askıya alınması
- meclisin dağıtılması
- belediyelerin kapatılması
- bakanlıkların kapatılması ve ülke yönetiminin kurulan askeri komiteyle gerçekleştirilmesi
- ispanyolca dışındaki dillerin konuşulmasının yasaklanması
- bask bölgesi ve katalunya bölgesi bayraklarının ve milli unsurlarının yasaklanması

bu son madde özellikle katalunya bölgesinde çok büyük gerginliklere neden oldu. diktatörlüğün "katolik, ispanyol milliyetçisi, kraliyetçi" sloganı altında yürüttüğü bu saldırılar katalanların bütün ulusal/etnik simgelerini hedef aldı. öyle ki; katalan bayrağındaki dört kırmızı şeridi simgeleyen mimari sütunlar - katalanca adıyla les quatre columnes- dahi rivera'nın emriyle yıkıldı.

les quatre columnes rivera'dan önce



les quatre columnes rivera iktidara geldikten sonra

simgeler üzerinde savaş kadar akılsızca/mastürbasyondan başka bir anlamı olmayan bir hareket yoktur. bugün yıkarsın yarın tekrar dikilir. yarın dediğim tarih için kısa bir süredir ve bu elli yıl da olabilir yüz yıl da olabilir. che'nin emperyalizmle ilgili o meşhur konuşması geliyor insanın aklına ister istemez. o konuşmada che patrice lumumba'nın yıkılan heykeli hakkında konuşurken "bugün yıkılan ama yarın yeniden dikilecek olan" cümlesini kullanır ve gerçekten de yıkılan o heykel yeniden dikilmiştir. tıpkı les quatre columnes gibi.

les quatre columnes 2010 yılında katalan meclisinin kararıyla yeniden dikildi

 
bu ilk kararların ardından diktatörlük aşağıdaki politikaları daha rahat uygulamaya başladı

- işçi sendikalarının darbenin tarafına çekilmeye çalışılması. bu konuda kısmi başarı sağlandı, zira anarşist işçi sendikası cnt, rivera'ya pas vermedi ve illegal faaliyete geçti.
- papazların hareket alanı sınırlandırıldı. çıkarılan bir yasayla yeni dini cemaatlerin kurulması yasaklandı.
- yeni ve tek bir siyasi parti kurulması fikri benimsendi. bu parti politika yapmaktan ziyade idari işlerle ilgilenecekti. partinin sloganı "ülke, iman, kral!" olacaktı. bu doğrultuda "union patriotica" partisi kuruldu.
- içeride çatlak sesleri susturulduktan sonra, fas meselesine el atıldı ve isyancı kabileler yenildi.

primo de rivera diktatörlüğü bütün bunlarla ilk başlarda başarılı işler yaptı, ispanyollar arasında altın yirmiler olarak bilinen 1920'li yılların en refah dolu yıllarını yaşattıktan sonra -her diktatörlük gibi- sona yaklaştı. 1930 yılına gelindiğinde rivera, kralın desteğini yitirmiştir ve artık eskisi kadar popüler değildir. işlerin kötüye gittiğini gördüğünden olsa gerek "diyabetim tuttu, artık uğraşamayacam bu işlerle" diyerek istifasını sunmuş, zaten primo'dan bıkkın olan kral istifayı hemen kabul etmiştir. kendi kendini paris'e süren eski diktatör kısa bir süre sonra -istifa ettiği yılın içinde- hayatını kaybetmiştir.

yavaştan francisco franco'nun iktidarı yaklaşmaktadır. artık serinin üçüncü ve sonuncu yazısında biraz da bu sürece bakarız.








Kesitler - Roberto Bolaño - Ulises Lima'yla Yaşamak

 

Karakterlerinden bazılarını gerçek hayattan almış gibisin. Mesela Ulises Lima böyle bir karakter.
Evet, o gerçek hayattan alınmış bir karakter.

Ulises Lima kimdir?
Ulises Lima, bir yıl kadar önce ölen arkadaşım Mario Santiago’dur.

Bize biraz ondan bahset.
O benim arkadaşımdı, daha doğrusu en iyi arkadaşımdı. Meksika’lı bir şairdi. Çok garip bir insandı, Mario Santiago garip bir insandı, sanki birkaç gün önce bir uzay gemisinden inmiş kadar garipti. Enteresan işleri vardı ve amansız bir okurdu. Duştayken bile okumak gibi ilginç huylardan bahsediyorum. Duşa girer, suyu açar sonra kitap tuttuğu elini dışarı doğru uzatır, orada kitap okurdu. İşin ilginç yanı okuduğu kitaplar benimdi. . Kitaplarımı sürekli ıslanmış buluyordum ve başlarına ne geldiğini bilmiyordum. “Meksika şehrine yağmur mu yağdı diye düşünürdüm. Bilirsin, Meksika çok büyük bir şehir Belki bir bölgesinde yağmur yağmıştır ve kitaplarım yağmurda ıslanmıştır. Garip ama  Sonuçta bir doğa olayı. Olabilir. Bir gün onu duşta kitap okurken yakaladım, gördüğüm bu mucizevi olay karşısında diz çöküp dua etseydim yeriydi. Ama ben öyle yapmadım, hatta ona kızdım. Böyle ilginç huyları vardı Mario’nun. Harika bir karakterdi ama hiç disiplini yoktu. O zamanlar para kazanmak için Meksika’daki çeşitli dergilerde yazıyorduk, onun yazılarını da ben tamalıyordum. Bir taslak hazırlıyordu ve ben tamamlıyordum. Sonra kendi yazımı yazmam gerekiyordu.

Yani tam bir şairdi?
Evet, o, tam bir şairdi. Mükemmel, cesur bir insandı.

Onun herhangi bir şiirini, dizesini hatırlıyor musun?
Yaşayacaksam eğer, dümensiz ve delilik içinde olmalı

Biraz sert bir dizeymiş. Bu şekilde şairane yaşamak mümkün mü? Romantik şairlerin poetik yaşam hakkında söylediklerini hatırlıyorum. Biraz bu dizedeki yaşam tarzını anımsatıyor bana. Hala böyle bir poetik yaşam mümkün müdür?
Mümkündür ama tavsiye edilmez. Ben, mesela, oğlumun -ileride yazar olmayı seçerse- dümensiz ve delilik içinde yaşamasını istemezdim. Kimse sevdiği insanın acı çektiğini görmek istemez.




------


Bu kesit Roberto Bolaño'nun aşağıdaki linkten ulaşılabilecek röportajından alınmıştır.

https://www.youtube.com/watch?v=4opmK0SO-J8&t=2130s


Acción Poética

Acción Poética

Joyas de America Latina

Joyas de America Latina
Gabriel "Gabo" Marquez