İspanyolca ile ilgili bir çok şey

Kısa Hikayelerim III - Ayabakanlar

 Tarla, Santa Monte kasabasındaydı. Kasaba turistik haritalarda görülmüyordu ama yine de belirli bir grup insanı kendine çekiyordu: fakir astrologlar, başarısız botanikçiler, müstakbel sanatçılar, pastoral şairler, amatör gizem avcıları... Tarlada kimsenin nasıl açıklayacağını bilemediği tuhaf bir şey vardı: ayçiçekleri diğer tarlalarda olduğu gibi büyüyordu ama güneşi takip etmiyorlardı. Aksine, onu görmezden geliyor gibiydiler. Sabahları ışık canlarını yakıyormuş gibi eğiliyorlar, akşamları ise bulutların arkasına da saklansa aya doğru bakıyorlardı.


Bu gizem ilk başlarda Marta ve Ramon için çok da önemli görünmüyordu. Onlar için ayçiçekleri ve onların güneşe karşı sessiz isyanı anlamsızdı; sadece bulundukları yerin tuhaflığını daha da belirgin hale getiren bir vakaydı. Yavaş yavaş tarla ve içindeki çiçekler onları yutmaya başladı. Bu bölgeyi anlamak için gereğinden fazla çaba sarf etmenin bir tuzak, kimsenin kabul etmemesi gereken bir davet olduğu söylenirdi. Kimse bunu açıkça dile getirmezdi ama kasabanın fısıltı gazetesinin manşeti hep bu konuydu. Bu gizemi saplantı haline getirenlerin sonunda kayıplara karıştığı, tıpkı gün doğumunda ayın kaybolması gibi yitip gittiği söyleniyordu.

Marta bir Temmuz günü, kırık bavulu ve devasa bir üzüntüyü yansıtan bakışlarıyla çıkageldi. Teyzesi Laura hiçbir şey sormadan onu yanına aldı, ona göre kaybolmak üzere olan birine yardım etmenin en iyi yolu sessiz kalmaktı. Laura seksenli yaşlarına ulaşmıştı, günleri sayıyordu ve artık yaşama inancı tükenmişti. Hassasiyetle tespih çekiyor, ağzından dökülen Ave Maria ve Salve duaları etrafında yıkılmakta olan dünyaya, bu tuhaf ve karanlık mekâna karşı aklını koruyan bir kalkana dönüşüyordu.

Ramon daha sonra geldi kasabaya. Yıpranmış turuncu defteri, kelimeler gördüklerini ya da hissettiklerini anlatmaya yetmiyormuş gibi her zaman yarım bıraktığı cümleleri, yanından hiç ayırmadığı kayıt cihazı ve “Gizem Dünyası” kitabının yıpranmış bir baskısıyla ortalıkta dolanıp dururdu. Bu tarlanın bir bilmece, dünyanın işleyiş mantığında açılmış bir gedik olduğunu, ayçiçeklerinin başka bir varlığa dönüştüğünü söylüyordu. “Bunlar çiçek değil, gizli bir sırrın taşıyıcıları. Çok az insanın anlamaya hazır olduğu bir alamet.”

Marta ve Ramon, kasabada huzur bulmadıkları konusunda hemfikirdi. Huzurlu olmadığı yerde mecburiyetten duran insanların zamanla kazandığı kayıtsızlık duygusu bu iki yabancıyı birbirine yaklaştırmıştı.Akşam serinliği çöktüğünde tarlanın yakınında buluşuyorlardı. Marta’nın elinde bir termos soğuk kahve ve asla bitiremediği bir paket vanilyalı bisküvi, Ramon’un elinde ise kayıt cihazı ve sayfaları koparılıp yeniden içine tıkılmış turuncu defteri olurdu. Marta gergin olduğunda dudağını ısırır, Ramon’un dikkatsizce yere saçtığı sayfaları toplar, Ramon hiç ara vermeden sigara içer ve Marta ne zaman bir soru sorsa, daha zor bir soruyla cevap verirdi. Fazla konuşmuyorlardı ama birlikte geçirdikleri zamanın tuhaf bir ritmi, sadece kendilerinin duyduğu sessiz bir müziği vardı.

Laura’nın mutfağında yenilen akşam yemekleri yetersiz ve sadeydi: bayat ekmek, ucuz peynir ve tadı reçelden başka her şeye benzeyen ama aynı zamanda hiçbir şeye benzemeyen bir reçel. Yemeklerden sonra Laura kilere girer, bir süre gürültüyle ortalığı karıştırır ve elinde tozlanmış, içini göstermeyecek kadar siyah bir şişeyle çıkardı. Manastır rahibelerinin giydiğine benzeyen upuzun eteğiyle şişenin tozunu temizler “kuzeydeki bağlardan geldi, Jose getirdi bunları. Zavallıcık, atı uçuruma atlayınca vefat eden Jose var ya, hah işte o!” diyerek şişeyi masaya bırakır ve odasına tespih çekip dua etmeye giderdi. Ne Marta’nın ne de Ramon’un Jose diye birinden haberi vardı. Onu hiç görmedikleri gibi adını da sadece Laura Teyze’den duyarlardı. Kasabada öyle biri yaşamıyordu. Buna rağmen ikisi de bu garip şişelerdeki harika şaraplar için Jose’ye müteşekkirdi.

Şarabı içerken mutfak masasına yan yana oturur saatlerce tarlayı izlerlerdi. Çiçeklerin hep birlikte, bir ordu disipliniyle kafalarını gökyüzüne çevirmelerini ve ayın gittiği yöne doğru boyunlarını kıvırarak hareket etmelerini bir dans gösterisiymiş gibi hayranlıkla takip ederlerdi. Gün ağarmaya başlayınca onların da başları çiçeklerle birlikte yere doğru eğilirdi. Dinsel bir ritüele benzeyen bu izlence bitince Ramon gördüklerini not almaya başlardı. Not alırken kısık sesle plak çalmayı adet edinmişti; şehirden getirdiği plaklardan belli belirsiz bir caz müziği ya da bazen arka plandaki gürültüde kaybolan bir kadın sesi yayılırdı. Marta hiçbir şey söylemez, bazen şarkıcının anlaşılmaz sözcükleri takip etmeye çalışır, bazen de zar zor duyulabilen bir şeyler mırıldanırdı. Ramon gidince de kâğıtları titizlikle katlar, bir çekmeceye kaldırırdı.

Laura’da toplanmadıkları gecelerde Marta defterine notlar alırdı.

"Güneş yakar, ay ise dinler".

"Çiçekler ışığı değil, unutulmayı arıyor."

Ramon ise ayabakan çiçeklerinin saplarının arasından geçen rüzgârı, gecenin çıkardığı zar zor duyulabilen sesleri kaydetmeye çalışırdı. Ona göre Ayabakanlar geceleri konuşuyor olmalıydı ve rüzgar onların bu fısıldayışlarını alıp kayıt cihazına taşımalıydı. Günün birinde bu kayıtlardan birini dinlerken çiçeklerin ne konuştuğunu duymayı ve onların neden güneşi terk edip ayı seçtiğini öğrenmeyi umuyordu. Tarlanın yakınında bir yere, rüzgarın geliş yönünü hesaplayıp oturur, kayıt cihazını saatlerce işletir sonra eve döner ve kayıtları heyecanla dinlerdi. Rüzgârdan başka bir ses duyamadığındaysa bir sonraki gece şansının yaver gideceğini umarak yatağına uzanırdı. Ertesi sabah kayıtları Marta’ya da dinletir, kendisinin atladığı bir yer olup olmadığını kontrol ettirirdi. Marta tarlanın sırrının kayıt cihazıyla çözülmesinin mümkün olmayacağını, makinelerin duygusuz olduğunu ve çiçeklerin ne söylediğini duymalarına imkan olmadığını savunurdu. Ona göre yapılması gereken gece olunca tarlanın tam ortasına gidip uzanmak, bir Ayabakan’a dönüşerek ayı takip etmekti.

Bu tezini ispat etmek isteyen Marta bir gece tarlaya girdi ve kayboldu.

Onu en son gören Ramon oldu, tarlanın ortasına doğru yürüyordu. Durup başını aya çevirdiğini ve sonra da ayabakanların arasında kaybolduğunu gördü. Saatlerce kıpırdamadan, bağırmadan bekledi. Ertesi gün hiçbir şey söylemedi. Marta’yı arayanların arasına katılmadı. Masasına oturdu ve mavi mürekkeple bir kâğıdın üzerine “Aya eşlik etmeye gitti” yazdı.

Ramon’un zaten tekin olmayan davranışları kısa sürede iyiden iyiye değişti. Sesi gerginleşti, gözleri parlaklığını yitirdi. Kasabanın değişik yerlerinde mavi mürekkeple yazılmış notlar bulunmaya başladı.

"Ayçiçekleri kendilerini yakan ışığı istemiyor"

"Marta gecede yaşamak için güneşin sınırlarını aştı”

“Marta gece oldu”

Bu notların orada burada görüldüğü günlerde, kasabadan biri Ramon’u tarlanın yakınında gördüğünü, sanki Marta’yla karşılıklı sohbet ediyormuş gibi fısıltıyla konuştuğunu, ancak etrafta kimseciklerin bulunmadığını iddia etti. Başka bir kasabalı, bir gece kadın çığlıkları duyduğunu, ancak bunların tarladan mı yoksa gaipten mi geldiğini bir türlü anlayamadığını, o gece şarabi biraz fazla kaçırmış olduğunu söyledi. Bir başkası Marta’yı kaybolduğu gece Ramon’la birlikte tarlaya doğru yürürken gördüğünü belirtip “hiç tekin biri değil” diye ekledi.

Diğer kasabalılar bu söylenenlerin karşısında sessiz kaldılar. Eğer bu kadar önemli bir konu varken kasabalı sessiz kalıyor, açıktan bir şey söylemiyorsa bilin ki gizliden gizliye hep o konuyu konuşuyordur. Su başlarında üç beş kadın, ağaç altlarında, bağ evlerinde üç- beş erkek bir araya geldiğinde Marta’nın başına gelenler hakkında kulaktan dolma ya da tamamen uydurma hikayeler anlatılıyordu.

“Kimseye söylemeyin ama ben aslında olanları gördüm, Marta aya doğru yükselerek gök yüzünde kayboldu. Bir azize değilse kesin bir şeytandı”

“Öyle deği, bence Ramon onu öldürdü ve tarlaya gömdü.”

“Kaybolduğu falan yok, gece olunca eve gelip gizli gizli Ramon’la buluşurlarmış.”

Yazın sonlarına doğru hem dedikodular hem de pencerelere, kapı önlerine bırakılan notlar artmaya başladı.

“Güneş sizi kavurur, ay sizi serinletir”

“Ayın karanlıkta kalan kısmında mutlu yaşayan insanların diyarı var”

“Çocuklarınızı aya verin”

“Kaybolmak, kurtulmaya başlamaktır”

“Bir gün hepiniz bir yerlerde kaybolup gideceksiniz”

Kasabada herkes bu notları kimin yazıp oraya buraya bıraktığını biliyordu. Marta gittikten sonra Ramon’un delirdiğini düşünüyor ve “deliye bulaşılmaz” diyerek ona ilişmiyorlardı. Biraz da korkmaya başlamışlardı. Çocuklarını ayabakan tarlasına yaklaşmamaları gerektiği konusunda sıkı sıkı tembihleyip, belediye başkanına tarlanın etrafının acilen çitle çevrilmesini isteyen dilekçeler yazdılar. Ramon’la selamı sabahı da kestiler. Neyse ki bir süre sonra sorun çözüldü ve notlar gelmemeye başladı.

Zira Ramon da, tıpkı Marta gibi, ortadan kayboldu.
Bazıları onu tarlanın yakınlarında dolaşırken gördüklerini, tarlanın içine girerek gözden kaybolduğunu, bazıları ise hiçbir şey söylemeden çekip gitmiş
olduğunu söyledi. Başkaları, Marta’nın yokluğuna dayanamadığına, bazıları da tarlanın onu da tuzağa düşürdüğüne inanıyordu. Kasabanın yaşlıları, ayabakan çiçeklerinin gizemini takıntı haline getirenlerin gecenin içinde eriyip gittiklerini ve Marta ile Ramon’un da başına bunun geldiğini iddia ediyor sonra ne olur ne olmaz diye “Ave Maria Purisima” duasını okuyup istavroz çıkarıyorlardı.


Ramon’un kaybolmasının ardından, Laura kasabadan taşındı, tarlanın etrafı tahta çitlerle çevrildi. Kasabalılar hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam ettiler.

Birkaç yıl sonra Luis Pinada adında bir gazeteci olayı araştırmak için kasabaya geldi. Konuşabileceği herkesle konuştu ama kimseden aklı başında bir bilgi alamadı. Tarlanın normal olduğunu, anlatılanların yalandan başka bir şey olmadığını söyleyen de vardı, hala korktuklarını, geceleri tarladan sesler geldiğini fısıldayan da. Tarlanın etrafındaki tahta çitler bakımsızlıktan çürümüş, kırılmış ve etrafa saçılmıştı.

Ama ayabakanlar hala oradaydı. Luis Pinada’nın çektiği fotoğraflar en az kasabalıların röportajları gibi anlaşılmaz ve silikti. Fotoğraflarda orada olmaması gereken figürler var gibiydi ama tam olarak ne oldukları seçilemiyordu. Laboratuar analizlerinden de herhangi bir sonuç çıkmayınca, Pineda hikayeyi yayınlamaktan vazgeçti. Birkaç ay sonra da absürt bir trafik kazasında hayatını kaybetti.

Ayabakanlar hala oradalar. Hareketsiz, sessiz dururlar. Dolunay olduğunda kendi aralarında gülüşür gibi dalgalanıp dururlar.

Belki de berrak bir gecede biri yanlarına yaklaşsa, nefesini tutarak kulak kesilse, ayla yaptıkları gizli anlaşmanın ne olduğunu duyacaktır.

İşte bütün hikaye bundan ibaret.


-Gaziantep, Temmuz 2025-




Franco'nun Kemikleri - III (Son)

Serinin son yazısına geldik. Olayların sonu hüzünlü bitiyor ve Franco denen mel'un, seçimle iktidara gelen Cumhuriyetçileri ve Sosyalistleri yeniyor. Olayları zaman çizelgesi halinde özetleyeyim.

17 Mayıs 1902
Alfonso XIII  daha on altı yaşındayken tacını giyerek İspanya kralı olarak. Bu genç ve deneyimsiz kral güç zehirlenmesi yaşayrak ha bire parlamentonun işlerine müdahale eder. Bu durum siyasi istikrarsızlığa neden olur, öyle ki 1902 ile 1923 yılları arasında İspanya'da 33 hükümet kurulur. Yani neredeyse yılda 3-4 hükümet değişikliği demektir bu.

22 Temmuz 1921
Abdülkerim liderliğindeki Berberi orduları, Fas'ın Anwal kentindeki İspanyol garnizonuna saldırır ve onları bozguna uğratır. Bu durum Rif Savaşı'nın başlamasına neden olur. Serinin ikinci yazısında bu konuya uzun uzun değindim ve Miguel Primo de Rivera, José Millán Astray ve Francisco de Franco gibi isimlerin bu savaşı kazanarak nasıl popüler hale geldiklerini anlattım. 

13 Eylül 1923

Rif Savaşının öne çıkan isimlerinden olan General Miguel Primo de Rivera parlamenter hükümeti deviren bir darbe düzenler. Kral Alfonso'nun desteğini de alarak bir diktatörlük kurar.

28 Ocak 1930
Büyük buhran dünya ekonomisinin anasını ağlatmaktadır, İspanya bir istisna değildir. Tencerenin deviremeyeceği iktidar yoktur söylemini doğrularcasına bu ekonomik buhran Alfonso Primo de Rivera'yı istifaya zorlar. Primo istifa ettikten sonra İspanya'yı terk ederek Fransa'ya yerleşir ama çok yaşayamaz iki ay içinde doğal nedenlerle ölüverir. 

12 Nisan 1931
Cumhuriyetçi ve Sosyalist adaylar belediye seçimlerinde ezici bir zafer kazanır. Alfonso'nun tahttan inmesini talep ederler, ordu zor durumda kalarak kraldan desteği çeker. Şiddetli bir ayaklanma ihtimaliyle karşı karşıya kalan Alfonso ülkeden kaçar.

29 Ekim 1933
Fransa'da ölen Primo'nun oğlu José Antonio Primo de Rivera, Falange Española (İspanyol Falanjistleri) hareketini kurar. Hareketin amacı Cumhuriyetçi iktidarı devirmektir. Hareket büyük ölçüde İtalyan faşizminden beslenir ve başlangıçta çok az halk desteği alır. İlk yıllarında hayatta kalabilmek için büyük ölçüde Benito Mussolini'den para alır.

16 Şubat 1936
Manuel Azaña başkanlığındaki sol koalisyon genel seçimlerde Halk Cephesi adı altında İspanyol parlamentosunun çoğunluğu kazanır. Halk Cephesi iktidarının ilk dört ayında 113 genel ve 200'den fazla kısmi grev gerçekleşir, 170 kilise, 69 kulüp ve 10 gazete ateşe verilir. Bu olayları gören sağcı askeri liderler hükümeti devirme planları yapmaya başlar.

17 Temmuz 1936
Sağcı lider José Calvo Sotelo hükümete bağlı güvenlik güçleri tarafından öldürülünce sağcı askerler harekete geçer. İspanyol Fas'ında isyan başlar ve ertesi gün General Francisco Franco Kanarya Adaları'ndaki üssünden bir manifesto yayınlayarak isyanın başladığını ilan eder. Franco'nun Milliyetçi güçleri kısa sürede birçok şehri ele geçirse de Madrid'i ele geçiremez ve darbe girişimi iç savaşa dönüşür.

14 Ekim 1936
İlk Uluslararası Tugaylar İspanya'nın Albacete kentine ulaşır. Takip eden iki yıl boyunca, Komünist Enternasyonal tarafından örgütlenen ve yönetilen yaklaşık 60.000 gönüllü yabancı Cumhuriyetçi tarafta savaşır. Franco'nun milliyetçi güçleri Mussolini İtalya'su ve Hitler Almanyası tarafından desteklenir. Bu durum İspanyol İç Savaşını, Avrupa'nın faşistleri ve Rusya'nın bolşevik güçleri arasında bir vekalet savaşına dönüştürür.

6 Kasım 1936
Milliyetçi güçler Madrid'e ulaşır. Geldik, şehri almak üzereyiz diye düşünürlerken Uluslararası Tugaylar tarafından durdurulurlar ve şehrin etrafında 28 ay sürecek bir kuşatma başlar.

20 Kasım 1936
İspanyol Falanjistlerini kuran Primo de Rivera kurşuna dizilerek idam edilir. 

26 Nisan 1937
Cumhuriyetçilerin elindeki Guernica şehri Nazi Uçakları tarafından bombalanır. Hermann Göring ve diğer Nazi komutanlarının, hava kuvvetlerinin güçlerini sınamak için onayladığı bu saldırıda yüzlerce sivil öldürülür. Bask şehrinin neredeyse tamamen yok edilmesi Pablo Picasso'nun Guernica adlı tablosuna ilham verir. Tablo ve Guernica hakkındaki yazımı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

19 Haziran 1937
Bilbao iki aylık bir kuşatmanın ardından Milliyetçilerin eline geçer. Milliyetçiler Ekim ayında Bask bölgesini ele geçirmeyi tamamlamalarına rağmen, Barselona ve Madrid gibi büyük şehirleri hala kontrol altına alamamıştır. No Pasaran (Geçemeyecekler) dahil bir çok meşhur sloganın oluşmasına neden olan bir direniş vardır Barselona ve Madrid'te. Savaş sırasında her iki tarafın kullandığı propaganda afişlerini paylaştığım yazımı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz. 

18 Kasım 1938
Cumhuriyetçi ordu, savaş alanındaki son zafer umudunu Ebro Muharebesi'nde kaybeder. Şubat 1939'da Barselona düşer ve Fransa'ya mülteci akını başlar.

28 Mart 1939
Yaklaşık 200.000 Milliyetçi asker Madrid'e girer. Cumhuriyetçi hükümet haftalar önce Fransa'ya kaçmıştır ve şehir direnecek durumda değildir. Savaş yaklaşık üç yıl sürmüş; doğrudan çatışmalarda ya da yokluk nedeniyle bir milyon kadar insan hayatını kaybetmiştir. Franco, 20 Kasım 1975'teki ölümüne kadar sürecek bir diktatörlük kurar.

Diktatörlüğünü kurar kurmaz terör estirmeye başlar. Yaklaşık 200 bin insanı kaybeder. Bu insanların mezarları hala bulunamamıştır. Hayatın her alanında yoğun bir sansür uygular. Sinemalarda yayınlanacak filmler, gazetelerde yazılacak yazılar, salonlarda oynanacak oyunlar öncelikle özel komitelerin kontrolünden geçmeli, uygun görmeyen kısımlar sansürlenmelidir. Franco adını anmak bile tehlikelidir. Halk birbirini ispiyonlamaktadır. Parti kurmak yasaktır. Ülke tamamen tek adamın kontrolündedir. 

Gelelim Franco'nun gömülü olduğu Valle de Los Caidos anıtına ve kemiklerin taşınması meselesine. 

İç savaşı kazanan Franco, Madrid'e elli kilometre mesafede bulunan Cuelgamuros vadisine bir anıt mezar yapılmasını ve Primo de Rivera'nın ve iç savaşta hayatını kaybedenlerin oraya gömülmesini emreder. İnşaatta normal işçilerin yanı sıra cumhuriyetçi esirler de zorla çalıştırılır. Vadiye 150 metre uzunluğunda bir haç diker, içine bir basilica kondurur. Bazı cumhuriyetçilerin naaşı da oraya gömülerek insanlara "her iki kesimden de hayatını kaybedenleri buraya gömüyoruz, burası sadece sağcılara ait bir anıt değil, aksine bütün İspanyollara ait bir yer" mesajı verilir. 

Valle de Los Caídos

Fakat işin aslına bakıldığında, anıt mezar sağcıların uğrak yeridir. İç savaşta kazanılan zaferi övmek, Primo de Rivera'nın ve öldükten sonra oraya gömülen Franco'nun anısına saygı sunmak için orayı bir türbeye çevirmişlerdir. Tarafsızlık ilkesine ters olduğuna inanan sosyalist Pedro Sánchez hükümeti süreci başlattı. Franco'nun ailesinin karşı çıkmasına ve o üst mahkeme senin bu üst mahkeme benim dolaşarak alınan kararın yürütmesini durdurmayı denemesine rağmen mahkemeler hükümetin kararını onayladı ve Franco'nun kemikleri anıt mezardan alınarak aile mezarlığına gömüldü. Bu eylem bir  bakıma İspanyol halkının frankoculukla yüzleşmesi ve neredeyse kırk yıl boyunca ülkeyi diktatörlükle yöneten birinin, faşistler tarafından türbeye çevrilen mezarının kolektif belleğe ait olması gereken bir yerden uzaklaştırılması anlamına geliyor.

Seçimlerle iktidara gelmiş olan meşru hükümeti, Nazi Almanyasının ve Mussolini İtalyasının desteğiyle deviren, iç savaş sırasında 1.000.000, iç savaş sonrasında 200.000 insanın ölümüne neden olan, ülkeyi demir yumrukla 40 yıl boyunca yöneten bir diktatöre az bile yapılmış bana kalırsa.

Sonraki yazıda görüşmek üzere. 

Kısa Hikayelerim II - Argos ve Kıtmir

Hiçbir kötü niyetim yoktu. Köpeğim hastalandı, gel birlikte götürüp baktıralım, dedi. Gittim. Ben veterinere gittiğimizi zannediyordum. Şehir merkezine doğru yürürken köpeği kucağına almasıyla bir evin açık kapısından girmesi bir oldu. Peşinden girdim. Kabahat bendeydi; "sen köpeği nerede buldun" diye sorsana önce. Bu herifin köpeği yoktu ki! 

Mahallede adı deliye çıkmıştı. Bana göre deli desen deli değil, akıllı desen hiç değil bir adem oğluydu. Bazen öylesine akıllı laflar ediyordu ki Diyojen duysa kıskanır. Delilik ve akıllılık arasındaki çizginin üzerinde bu kadar dengeli yürümesi bende ona karşı bir saygı oluşturmuştu. Saygının yanı sıra kendimden de bir şeyler buluyordum. Onun kadar olmamakla birlikte benim de deliliklerim vardı. Onun kadar değil diyorum zira onda daimi olan bu durum, bende olaylar karşısında kuruntu, kurgu olarak beliriyor, en ufak bir olayı kafamda büyütüp çok farklı yerlere taşıyor ve kurgularımın tamamen doğru olduğuna kendimi hemen inandırıyordum. Bu gibi durumlarda gerçekle kurguyu karıştırıyor ve bir süre orada takılı kalıyordum. 

İşte bu saygıdan ve deliliğin paylaşılmasından dolayı onu kırmaz, benden bir ricası olduğunda -ki bu rica genellikle bir bardak çay, bir dal sigara, bir masalın kendisine uyarlanarak tekrar anlatılması, bazen de bugün olduğu gibi yapılacak bir işte yardımdı-, onu kırmamak için elimden geleni yapardım. 

Annesiyle birlikte bir göz evde kalıyor, mahallelinin ve belediyenin yardımlarıyla geçiniyordu. Mahalledeyken deli sıfatının getirdiği dokunulmazlıkla her istediğini yapabiliyordu ama şimdi girdimiz ev mahallenin çok dışında, tamamen savunmasız olduğumuz ve yaşanacak olaylar için geçerli bir bahanemizin bulunmadığı bir sahadaydı. 

Evin avlusunda yetişip ne yaptığımızı sordum. Tamam abi geldik, dedi. Yahu nereye geldik, bu nasıl veteriner, diyecek oldum ama köpek kucağında avluyu aştı ve görünürdeki tek kapıdan içeri daldı. 

Odanın içinde mobilya yoktu. Yere bir hasır serilmiş, üzerine minderler konulmuştu. Girişin yanındaki minderlerin tam karşısına, sakallı, cübbeli bir adem oturmuş, önüne rahlesini çekmişti. Hakkı köpeği odanın ortasına çuval gibi bıraktı, köpek bırakıldığı yerde hareketsiz durdu. İki adım geri çekildi ve işaret parmağıyla köpeği göstererek ve gözünü ondan ayırmayarak "bu hasta hocam, bir okumanız lazım" dedi. 

Hakkı hariç, köpek dahil, odadaki herkes neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Hoca gözlerini önce köpeğe, sonra Hakkı'ya sonra da bir yanıt arayışıyla bana çevirdi. Ne oluyor dercesine göz kırkıp, kafasını sağa sola oynattı. Bu harekete verilecek tek yanıtı verdim ve kollarımı hafifçe açıp dudaklarımı büzdüm. Hakkı'nın gözleri köpeğe sabitlenmişti ve işaret parmağıyla hâlâ onu göstermeye devam ediyordu. Hoca gözünü kırpıp duruyordu, benimse kollarım iki yana açık dudaklarım büzüşmüştü. Ortada duran köpeğin etrafa attığı şaşkın bakış da eklendiğinde tam bir orta çağ tablosu oluşturmuştuk. Bu pozisyonda yüzyıllar boyu duracağımızı, insanoğlunun bu tabloyu çözmeye yetecek idrakı bulunmadığından, bir mucize olup da köpek konuşmaya başlamadığı sürece bu gerçeküstü tablonun içine hapsolacağımızı düşündüm. 

Neyse ki hoca dirayetli çıktı ve eliyle minderleri göstererek bizi oturmaya davet etti. Hemen bağdaş kurup oturdum. Hakkı da oturdu. Köpek zaten bırakıldığı pozisyonu hiç bozmamış, gövdesi yerdeki hasırdan hiç ayrılmamıştı. Hakkı köpeğin şikayetlerini anlatıyordu. Ben hasıra dalıp gitmiş, beni buraya sürükleyen hayatımı düşünmekle meşguldüm. Bir an kafamı kaldırdığımda hocanın gözlerini bana diktiğini fark ettim. Hakkı'nın saçma cümlelerine yanıt verirken özellikle bana bakıyor, sanki söylediklerini onaylamamı bekliyordu. Muhtemelen bunu yaparken "aklı başında birine benziyorsun, şu manyağı al git" mesajı veriyor ve benden destek alarak Hakkı'yı başından savuşturmayı hedefliyordu ama ortamın da etkisiyle  benim kuruntu mekanizması çalışmaya başlamıştı.

Bu mekanizmaya göre, hoca aslında, erkenden ağaran ve bakımsızlık yüzünden birbirine geçen saçıma, sakallarıma, giydiğim bol pantolon ve üzerimdeki gri yeleğe bakıyordu. Bu durumda ben de bir hocaydım ve onu çekemeyenler tarafından bir açığı aranmak üzere gönderilmiştim. Sırf bu yüzden bir köpek getirmiştik, onun hayvanlar hakkında sahip olduğu ilmi sorgulayacak, açığını bulur bulmaz da ipini pazara çıkarıp altın adını pul edecektik. Hoca aslında benden tedirgin oluyordu ve bu yüzden her yanıtında gözünü bana dikiyor, onaylanma bekliyordu. Özetle, odadaki tek sağlıklı düşünebilen varlık, hasta diye orta yere bırakılan köpekti. 

İlk başlarda "evet, hocam", "tabii tabii", "şüphesiz ki" diyerek geçiştirdiğim onaylama cümlelerini, kurgunun da etkisiyle uzatmaya başladım. 

- Köpekler insanoğlunun sadık dostlarıdır, evladım Hakkı, Öyle değil mi hocam? 

Öyle değil mi derken elini, avucu yukarı bakacak şekilde bana doğru uzatmış, onaylamam için sözü bana vermişti. Hocam demesinin sebebi de benim aslında kim olduğumu ve oraya niçin gittiğimi anlamış olmasıydı. Planımızı suya düşürmüştü ve "hocam" diye hitap ederek bunu bize bildiriyordu.

- Tabii, tabii. Sen de bilirsin ki hocam Kıtmir Ashab-ı kehfi korumuştur.  Sana bir köpek saldırmaya kalktığında Kıtmir'in selamı var dediğin anda hücum etmekten vazgeçecektir.

Kıtmir'den uzun uzun bahsettim. Çünkü bildiğim tek köpek menkıbesiydi ve en ufak ayrıntısını dahi kullanmalıydım, O andan sonra söz her bana geldiğinde bilgiden yoksun olmadığımı ispatlamak için aklıma gelen bütün meşhur köpek hikayelerini anlatmaya, Odysseus'un köpeği Argos'tan, Hachiko'dan bahsetmeye girişiyordum. Şansıma hoca bu köpeklerin hikayelerini bilmiyordu da foyam ortaya çıkmadı. 

Bir süre sonra olay Hakkı ve köpekten çıkmış, tamamen hocayla benim üstü kapalı mücadeleme dönmüştü. Biz konuşuyorduk, Hakkı ve köpek, bir tenis maçı izler gibi, sözü kim alırsa kafasını ondan yana çevirip dinliyordu. Saatler süren sohbetin ardından, hoca kendini artık ispat ettiğine ve bu zorlu sınavı geçtiğine inanarak "şifayı veren Allah'tır" dedi ve elini hasıra vurarak fişek gibi doğruldu. "Artık gidin" sinyalini almıştık. Hakkı köpeği kucakladı. Ben hocanın ellerini iki elimin arasına aldım, "sınavı geçtin hocam, büyük alimmişsin vesselam" mesajı verir gibi samimiyetle sıktım. 

Tek kelime konuşmadan yürüye yürüye mahalleye döndük. Ben evime, Hakkı da kucağında köpekle evine gitti. Birkaç gün sonra kapı çaldı. Hakkı gelmişti. Bir bardak çay istedi, verdim. Sigara istedi, paket tuttum. Hakkı'nın köpeği Argos'un hikayesini anlatsana, dedi, Ithaka Kralı Hakkı'nın ve sadık köpeği Argos'un maceralarını ballandıra ballandıra anlattım. Veteriner yerine hocaya gittiğimiz o günden sonra köpeği bir daha görmedim. Hakkı'ya da sormadım işin aslını. Kafamdan bir hikaye uydurmak ve uydurduğum hikayeye inanmak daha mantıklı geliyordu böylesi durumlarda.

 




Peronizm'den Rüyalara - Cortazar'ın İşgal Edilen Ev'i (öykü incelemesi)

Julio Cortazar, kuşkusuz Latin Amerika Boom hareketinin en önemli temsilcilerinden biri. Öykülerini okurken büyük keyif aldığım yazarın “İşgal Edilen Ev” isimli öyküsünü çevirip blogda paylaşmıştım. Okumak isteyenler buraya tıklayabilir. Bu yazıda İşgal edilen ev hakkında biraz konuşmak istiyorum. Her okuyanın farklı anlamlar çıkarabileceğinden emin olduğum için genel geçer bir yorum yerine öznel bir yorum olacak zira “herkes benim anladığım gibi anlamalı ya da hiç anlamamalı” mantelitesi, hele ki söz konusu edebiyat olduğunda, temelsiz kalmaya mahkumdur. 

Bir röportajında Cortazar’a bu öyküsü hakkında soru sorulur. Öykünün Peronizm’e bir gönderme olup olmadığı, insanların öyküyü bu şekilde yorumladığı söylendiğinde Julio şu yanıtı verir: “İşgal edilen ev'i rüyamda gördüm. Daha doğrusu bir kabustu. Kabus ile öykü arasındaki tek fark, kabusta yalnız olmamdı. Tam olarak hikayede anlatılan evdeydim, detayları çok net görüyordum. Mutfağın yanından sesler duydum ve kapıyı kapatıp geriye doğru gittim... korkunç bir sesti. Elimden geldiğince kendimi savunuyordum, kapıları kapatıp evin içinde geriye doğru gidiyordum. Diğer taraftaki tehdidi durdurmak için kapıdaki tüm sürgüleri sürüyordum. Sonra bir dakikalığına olayların sakinleştiğini hissediyordum, sanki kabus tekrar huzurlu bir rüyaya dönüşüyor gibiydi. Ama sonra kapının bu tarafında korku hissi yeniden başlıyordu... Yaz mevsiminin ortasındaydık. Kabusun etkisiyle sırılsıklam uyandım; sabah olmuştu, kalktım, daktilo yatak odamdaydı. O sabah öyküyü bir oturuşta yazdım. Ben öyküyü yazarken kafamda Peronizm'in alegorisini yapmak gibi bir fikir yoktu. Hatta bu yöndeki yorumları okuduğumda şaşırmıştım

Dali’nin gördüğü garip rüyaları derleyip, Buñuel’le işbirliği yaparak “Bir Endelüs Köpeği” filmini çekmesi geldi aklıma. Ardından da ister istemez Jung’un rüyalarla ilgili çalışmaları. Aslında bu yönde bir şeyler yazmak da keyifli olabilirdi zira sadece Dali ve Buñuel'le sınırlı bir olgu değil. Yüzlerce sanatçı, bilim adamı eserlerini rüyalarında gördüklerini ve rüyaları sayesinde ürettiklerini iddia etmiştir. Mary Shelley "Frankenstein" kitabını, Beatles grubundan Paul Mccartney "Yesterday" şarkısını rüyalarından esinlenerek ürettiğini belirtmiş, hatta Mendelev "periyodik cetveli" rüyada gördüğünü, rüyasında bütün elementlerin cetvel üzerine müntazam bir şekilde dökülerek tam da bulunmaları gerektiği yere indiğini söylemiştir - ki bence Mendelev sağlam sallıyor-. Biz yine de planımızı bozmayalım ve öykü hakkında konuşmaya devam edelim.


Bir ev düşünün, aileden miras kalmış, anılarla dolu geniş bir ev. İçinde biri kadın biri erkek iki kişi yaşar. Dünyayla sınırlı iletişimleri var. Günlerini evin işlerini yaparak geçirir ve kalan zamanlarında kadın örgü örer, erkek de kitap, gazete okur. Cumartesi günleri de kardeşine örgü ipi kendisine avrupa mecmuaları almak için şehre iner.

Cumartesileri yün almak için şehre inerdim; İrene benim zevkime güvenir, seçtiğim renkleri beğenirdi... Ben de bu fırsattan yararlanarak kitapçıları dolanır, Fransız edebiyatında herhangi bir yenilik var mı diye fuzuli sorular sorardım. 1939’dan beri Arjantin’e kayda değer hiçbir şey gelmemişti.

Bu kısımdan öykünün 1939 yılından sonraki bir zaman dilimini anlattığını görürüz. Öyküde zamana ilişkin başka bir ipucu yok. Fransız edebiyatından herhangi bir yeni eserin gelmemesi de muhtelemen İkinci Dünya Savaşı’nın sebep olduğu karmaşyla ilgili. Anlatıcı kendinden çok İrene’yi ve evi öne çıkarır.

"Ben size evden bahsetmek istiyorum, evden ve Irene’den, zira benim bir önemim yok.. İrene, bu dünyaya kimseyi rahatsız etmemek koşuluyla gelmiş gibiydi. Sabah rutinini tamamladıktan sonra günün geri kalanını yatak odasındaki sofanın üzerinde örgüyle uğraşarak geçirirdi"

Bu rutinleri bir gün, evin arka taraflarında bir ses duymalarıyla değişir.

"mate yapmak için çaydanlığın altını yakmaya gidiyordum...yemek odasından ya da kütüphaneden gelen bir ses duydum. Halıya devrilen bir sandalye ya da bir konuşmanın bastırılmış fısıltısı gibi belirsiz ve boğuktu. Aynı anda ya da bir saniye sonra, yine o kısımdan, kapıya giden koridorun sonundan gelen sesi de duydum. Çok geç olmadan ileriye atıldım, vücudumu yaslayarak kapıyı kapattım..."

Evin içinde gelişen olaylar ve zaten garip olan karakterlerin iyiden iyiye tuhaflaşması bu andan itibaren başlar. Zira karakter kapıyı kapatıp, kilitledikten ve evin arka kısmıyla olan bütün bağlantıyı bu şekilde sonlandırdıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi mutfağa gidip çaydanlığın altını yakar ve içeriye gidip durumu İrene’ye anlatır.

geri döndüğümde İrene'ye “Koridorun kapısını kapatmam gerekti. Arka tarafı ele geçirdiler” dedim. Elindeki örgüyü bıraktı ve yorgun gözleriyle bana baktı. —Emin misin? Başımı salladım. —Öyleyse —dedi şişleri yerden alırken— bu kısımda yaşamamız gerekecek.

Bu diyalogdan anladığımız kadarıyla karakterler evi yavaş yavaş işgal edenlerin ne olduğunu veya kim olduğunu bilmektedir. Hatta evin arka kısmını ele geçirmek de işgalcilerin ilk eylemi olmamalı ama daha önceki eylemleri hakkında hikayede bir bilgi yoktur.

Karakterler evin bir kısmını kaybetmelerine rağmen, evin işgal edilen tarafında bulunan eşyalarından vazgeçerek yaşamlarına kaldıkları yerden devam ederler, hatta okuyucu için ürkütücü gelen bu durumun bazı iyi tarafları olduğunu bile düşünür ve gündelik rutinlerini bu yeni duruma göre organize etmeye başlarlar.

Aradığımız şey, evin diğer tarafında kaldığı için artık bulamayacağımız eşyalardan biri daha oluyordu. İyi yanları da vardı bu durumun. Mesela temizlik çok kolaylaşmıştı. Geç saatte - diyelim ki saat dokuz buçukta- uyansak bile on bir olmadan işimizi bitirip kollarımızı kavuşturmuş oluyorduk. İrene benimle birlikte mutfağa girmeye başladı, öğle yemeğini hazırlarken bana yardımcı oluyordu. İyice düşündük ve karar aldık: ben öğle yemeği hazırlarken o akşam için soğuk yenebilecek yemekler hazırlayacaktı

Bir tarafı işgal edilmiş evde bu yeniden organize edilen yaşam tarzına alışır ve bir süre sonra işgalden önceki gibi bir ruh haliyle yaşamaya devam ederler.

İyiydik ve yavaş yavaş düşünmemeye başladık. Düşünmeden yaşayabiliyor insan.   

İşgal eden varlıklar her neyse onların  yeni yaşamlarına alışmasına izin verir. Onlar da işgal edilen taraftan gelebilecek rahatsız edici sesleri duymamak için ellerinden geleni yaparlar.

 ...Gündüz evdeki gündelik sesler, örgü iğnelerinin metalik sürtünmesi, pul albümünün sayfalarının dönerken çıkardığı hışırtı hüküm sürüyordu. Ele geçirilen kısmın yakınında bulunan mutfağa ve banyoya gittiğimizde yüksek sesle konuşurduk ya da İrene ninniler söylerdi. Mutfakta başka seslerin araya girmesine izin vermeyecek kadar çok çanak çömlek ve bardak şangırtısı olurdu. Orada sessizliğe nadiren izin verirdik...”

Camus’nun Yabancı romanındaki Meursault'u anımsatan bir umursamazlık var karekterlerde. Evlerinin belirli bir bölümünü kaybetmelerine, ellerinde kalan bölümde de rahatsız edilmelerine rağmen hayatlarını olabildiğinde sürdürmeye yönelik bir çaba. Öykünün sonunda bu umursamazlığın, eylemsizliğin ve korkunun kaçınılmaz sonu olarak kalan kısımda ellerinden alınır.

"Bir gece susadığımı hissettim ve yatmadan önce Irene'ye mutfağa gidip kendime bir bardak su dolduracağımı söyledim. Yatak odasının kapısındaydım -o örgüsünü örüyordu- mutfaktan gelen bir sesi duydum; mutfaktan ya da banyodan geliyor olabilirdi, koridorun kıvrımı sesi boğuyordu. Aniden durmama şaşıran İrene tek kelime etmeden yanıma geldi.  Sesleri dinlemeye koyulduk, seslerin meşe kapının bu tarafında, mutfak veya banyoda hatta koridorun kıvrımında, yani neredeyse yanımızda olduğunu açıkça fark ettik. Birbirimize bakmaya bile vakit bulamadık. İrene'nin kolunu tuttuğum gibi arkama bakmadan koşmaya başladım. Arkamızdan gelen sesler daha boğuk olmalarına rağmen sürekli büyüyordu. Kapıyı kapattım, antrede durmuştuk.  Artık hiçbir şey duymuyorduk. –Bu kısmı aldılar, dedi İrene"

Bir süre antrede duran kahramanlar üzerlerinde elbiselerden başka hiçbir şeyleri kalmadığını anlar. Evin kapısını dışardan kilitleyerek anahtarı kanalizasyona atarlar. Öykü burada son bulur.

Cortazar’ın yazdığı kısa öyküler genellikle açık uçlu veya entelektüel tayfanın plot twist tabir ettiği, futbol fanatiklerinin anlayacağı dilden söylemek gerekirse ters köşe yaparak biter. Bunun en güzel örneğini “Yüzüstü Geçen Gece” ve “Parkların Sürekliliği” öykülerinde bu durumun en güzel örneklerini görebiliriz. Cortazar’ın tarzına alışık olan okuyucuların öykünün sonuna doğru bir ters köşe beklediğine eminim, en azından ben bekledim. Yazarın bu öyküyü ters köşe bir finalle sonlandırmamış olması bence başlı başına bir ters köşedir. Bu durumu kendisine sorsaydık herhalde sigarasından bir nefes çekip viskisine uzanırken söze başlar ve “Yazarlık, benim güzel dostum, habercilik değildir. 5N 1K bir öykünün  içinde açıklandığında o yazı artık bir öykü değil, haber metni olur” derdi.

Öykünün sonunda okuyucunun aklında “kim, ne, neden” soruları askıda kalıyor. Tam da bu askıda kalma durumu sayesinde yukarıda da bahsettiğim gibi öykünün peronizmin eleştirisine kadar uzanan farklı yorumları ortaya çıkabiliyor.

Biz öyküyü iki farklı okumadan yorumlayarak yazıyı sonlandıralım.

1. 1946 ve 1955 yılları arasında Arjantin’de hüküm süren popülist ve milliyetçi  Peron iktidarına yönelik bir alegori olduğu düşüncesinden yola çıktığımızda işgal edilen evi hayatlarımız, görünmeyen işgalcileri yöneticiler  ve evin her bir bölümünü kaybetmesine rağmen çaresiz bir şekilde elinde kalanla yetinerek hayatına devam eden karakterleri de halk olarak yorumlayabiliriz. Bu okuma, Peronizme uyduğu kadar günümüz dünyasının bazı ülkelerine ve halkın kendi faydasına olmayan, aksine hayatını daraltan politik uygulamalara karşı tepkisiz kalmasına da bire bir uymaktadır. Hangi ülke olduğunu söylemedim. Siz hangi ülke zannettiniz ki?

2. Yaprak Dökümü’nün Hayriye’sine özenip “aman ağzımızın tadı bozulmasın” düsturuyla (tıpkı anlatıcı ve İrene gibi) yaşayanlar ve politik okumadan uzak durmak isteyenler için bunu bir hastalık olarak da düşünebiliriz. Sağ koluna ağrı giren bir insanın bu duruma müdahale edip doktora gitmek yerine “aman o zaman sağ kolu kullanmam, sol kolumla  görürüm işlerimi” demesi, bir süre sağ kolda takılan hastalığın zamanla yayılarak sağ ayağa, sol ayağa ve oradan yukarı çıkarak sol kola ulaşması ve sonunda bu umursamazlık içinde bütün bedeni ele geçirmesi ve ruhumuzun (tıpkı anlatıcı ve irene gibi) başka çare kalmadığını gördüğünde evi (yani bedeni ) terkederek anahtarı kanalizasyon yerine çukura atması da öykümüzü anlamlı kılacak bir okuma olabilir.

Kısacası olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

Sonraki yazıda görüşürüz.

Traducciones Vagas de Literatura Turca III - Bir Derdim Var Bin Dermana Değişmem de Shah Xatayi

 Shah Xatayi, de quien hablaremos en este artículo, puede considerarse en realidad de otra categoría. Porque es una figura que destacó no sólo por su faceta literaria, sino también por su identidad de estadista y soldado. Shah Xatayi (o Shah Ismail I) fue una de las figuras más importantes de la historia de Irán, Azerbaiyán y el mundo turcófono. Fue el fundador de la dinastía safávida en Persia (Irán) y un destacado poeta místico bajo el seudónimo literario Xətayi (Khatai), que significa “El Pecador” o “El Equivocado” en turco azerí. Nació en 1487, en Ardebil y murió a los 36 años. En su corta vida ha logrado muchas cosas pero no vamos a cubrir estas cosas en este artículo. Como nuestro tema es la literatura, traduciré mi obra favorita de Shah Ismail. Dado que la lengua de los versos es el turco antiguo y azerbaiyano, intentaré realizar una explicación de los versos más que una traducción, y haré algunas aclaraciones para los versos que tienen (*).

 El Poema:

Muhabbet bağında bir gül açıldı

Se ha abierto una rosa en la viña del amor

Bir derdim var bin dermana değişmem

Tengo una pena, que no la cambiaría
por mil remedios. (*)

Yüküm lal-i gevher mercan saçarım

Mi carga es divina, echo las perlas (**)

Bir derdim var bin dermana değişmem

Tengo una pena, que no la cambiaría
por mil remedios.

 

 

Cemi kuşlar dile gelir yazım der

Todos los pájaros hablan y dicen:
¡ay mi verano!

Gövel turnam Şam’dan gelir güzüm der

La grulla viene de Damasco y dice:
¡ay mi otoño!

Benim yarelerim tuzum tuzum der

Mis herida dice:
¡ay mi sal, mi sal, mi sal!

Bir derdim var bin dermana değişmem

Tengo una pena, que no la cambiaría
 por mil remedios.

 

 

Garip bülbül gönlüm eğler ses ile

Pobrecito ruiseñor, divierte mi corazón
con su canto

Nicelerin ömrü gitmiş yas ile

De luto se ha ido mucha vida

Aratıp bulduğum pir heves ile

Busqué con el afán y encontré mi Pir  (**)

Bir derdim var bin dermana değişmem

Tengo una pena, que no la cambiaría
por mil remedios.

 

 

Şah Hatayi’m muhabbete bakarım

Soy Shah Hatayi, me importa el amor

Men doluyum men dolana akarım

Estoy lleno, fluyo al que quiere llenar (***)

Güzel pirim bir dert vermiş çekerim

Mi Pir me ha regalado una pena

Bir derdim var bin dermana değişmem

Tengo una pena, que no la cambiaría
por mil remedios.

 (*) El verso "Tengo una pena, que no la cambiaría por mil remedios." se repite en todas las estrofas del poema. Aquí el poeta expresa que no cambiaría su pena, que considera sagrado y precioso puesto que se lo dio su “Pir”. En este contexto, quizá podamos recordar al profeta Job, cuya vida se describe en la Biblia. Al igual que el profeta Job no se queja ante las penas que vienen de Dios (ente divino), el poeta no quiere renunciar a sus problemas que vienen de su Pir (ente divino).

 (**) Por la palabra “mi carga”, el poeta se refiere al deber que le encomendó el poder divino. Explica que, al tener tal carga, no da importancia a valores materiales como las perlas, y los arroja al suelo.

 (***) La palabra pir significa anciano en persa. En la tradición aleví y bektashi, pir es el nombre que se da a los líderes religiosos.

 (****) Estoy lleno de amor divino y me fluyo hacia las personas que están en el proceso de llevar con el mismo. Afirma que está lleno de valores sagrados y que pretende guiar a los que quieren estar llenos como él y a los que están en este proceso, fluyendo hacia ellos.

 

El Poeta:



Bonus: Puede escuchar la canción compuesta del poema aquí.




Traducciones Vagas de Literatura Turca II - Por Qué Tenemos que Matar a los Aldeanos de Şükrü Erbaş

En este artículo de la serie, traduciré el poema «¿Por Qué Tenemos Que Matar a los Aldeanos?» del poeta Şükrü Erbaş, de nuevo en forma de vaga. He preparado un archivo con dos columnas para aquellos que no sólo quieren leer la traducción, sino que también quieren ver la traducción frase por frase porque están aprendiendo turco. Pondré el turco en la primera columna y el español en la segunda. Quizá esto también ayude a algún turcohablante que quiera aprender español y que llegue aquí por casualidad. Nos vemos en la próxima traducción vaga. Bebe mucha agua, duerme regularmente, intenta amar la vida aunque ella no te ame a ti, y lee poesía.

El Poema

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

¿Por qué tenemos que matar a los aldeanos?

Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır,

 Porque son hombres perezosos,

Değişen bir dünyaya karşı
Kerpiç duvarlar gibi katı
Çakır dikenleri gibi susuz
Kayıtsızca direnerek yaşarlar.

Viviendo contra un mundo siempre cambiante
Permaneciendo firmes como muros de adobe
Secos como cardos
y resistiendo, indiferentes.

Aptal, kaba ve kurnazdırlar.

Son tontos, groseros y astutos.

İnanarak ve kolayca yalan söylerler.

Mienten, con convicción y facilidad

Paraları olsa da
Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.

Aunque tengan dinero,
saben el arte de aparentar pobreza.

Her şeyi hafife alır ve herkese söverler.

Se lo toman todo a broma y maldicen a todo el mundo.

Yağmuru, rüzgarı ve güneşi
Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
Düşünemezler…

No pueden pensar ni un día
En la lluvia, el viento y el sol
Sin acordarse de sus cosechas…

Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
Topraklarını büyütmeye çalışırlar.

aran las fronteras de los demás
intentan ampliar sus tierras.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

¿Por qué tenemos que matar a los aldeanos?

Çünkü onlar karılarını döverler

Porque pegan a sus mujeres

Seslerinin tonu yumuşak değildir

No tienen la voz suave

Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler.

Son acosados fuera y acosadores dentro.

Gazete okumaz ve haksızlığa
Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar.

No leen los periódicos, y se levantan
contra la injusticia, si son ellos los que la sufren.

Adım başı pınar olsa da köylerinde
Temiz giyinmez ve her zaman
Bir karış sakalla gezerler.

Tienen fuentes a cada paso
No llevan ropa limpia
Siempre llevan barba.

Çocuklarını iyi yetiştiremezler

No pueden criar bien a sus hijos

Evlerinde kitap, müzik ve resim yoktur.

No tienen libros, música ni cuartos en sus casas

Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz

No se lavan los dientes ni un día

Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.

Y se quitan el sombrero sólo para dormir.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

¿Por qué tenemos que matar a los aldeanos?

Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler.

Porque se golpean cuando sus perros se pelean

Birbirlerinin evlerine ancak
Ölümlerde ve düğünlerde giderler.

Visitan las casas de los demás
Sólo para bodas y funerales

Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
Gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.    

Sienten vergüenza al cantar una canción, o al llorar
Reír es una desgracia, divertirse es una debilidad
Sólo cuando toman rakı, se emocionan y lloran

Binlerce yılın kalın kabuğu altında
Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.

Bajo un caparazón de mil años,
Sus corazones quedaron como lámparas de queroseno.

Aldanmak korkusu içinde
Sürekli birbirlerini aldatırlar.

Se engañan continuamente,
Con miedo a ser engañados.

Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
Karılarından en az on adım önde yürürler
Ve bir erkeklik işareti olarak
Onları herkesin ortasında döverler.

Si tienen que ir a algún sitio
Caminan diez pasos por delante de sus mujeres
Y como signo de masculinidad
Pegan a sus mujeres, en medio de todos.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

¿Por qué tenemos que matar a los aldeanos?

Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
Kendilerinden olanlarla alay edip
Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.

Porque votan a los partidos equivocados
Ridiculizan a los suyos y
Creen en los demás, extrañamente.

Devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.

El Estado significa el catastro, la deuda bancaria y el hospital
Temen al Estado pero lo estafan al máximo.

Yiğittirler askerde subay dövecek kadar
Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
Ezim ezim ezilirler.

Son lo bastante valientes como para vencer a un oficial del ejército
pero ante un funcionario - también es extraño-
se trituran en pedazos.

Enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler

Si necesitan hablar de inflación, hablan del precio del trigo y fertilizante

Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp
On bir ay gökyüzünden bereket beklerler.

Apoyados contra el muro de una mezquita, el tronco de un árbol o en una cafetería
Esperan bendiciones de cielo por once meses.

Dindardırlar ahret korkusu içinde
Ama bir kadının topuklarından
Memelerini görecek kadar bıçkındırlar

Son piadosos, temerosos del más allá
Pero son tan francos que pueden ver los pechos de una mujer solo mirando a sus talones

Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
Şehre giderler!

Van a la cuidaduna una vez al año
después de cosecha

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

¿Por qué tenemos que matar a los aldeanos?

Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar
Ayak ve ağız kokusu içinde kurulup koltuklara
Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
Kızlarının talihsizliğini
ve hayırsız oğullarını anlatırlar.

Porque se quitan los zapatos en los autobuses,
Se sientan bajo el hedor del olor de pies y boca,
Y cuentan a todo el mundo en voz alta
La desgracia de sus hijas
y lo ingratos que son sus hijos.

Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
Bunun, Tanrının bir lutfu olduğuna inanırlar.

Aunque sufran pobreza, dan las gracias
porque creen que es una bendición de Dios.

Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
Zengin bir akrabalarından söz ederler.

Y en cada oportunidad, como si estuvieran hablando de algo baladí,
Hablan con oculto orgullo de un pariente rico
En una ciudad lejana

Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre
Yollara tükürürler…
Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.

Son lo bastante educados como para saber comer en restaurantes
Pero cuando salen a la calle, se suenan la nariz Escupen en la calle...
Y luego hablan de las bondades de vivir en la ciudad,
Maravillándose de su limpieza y su orden

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

¿Por qué tenemos que matar a los aldeanos?

Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi bir tutkuları yoktur.

Porque duermen a las primeras horas de noche.
No tienen ningún deseo de pensar en otros mundos
Viendo las estrellas en la medianoche.

Gökyüzünü baharda yağmur yağarsa
Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.

Aman el cielo si llueve en primavera
y el sol si ayuda crecer sus cosechas.

Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-
Sonuçlarını görmeden inanmazlar.

Carecen de imaginación y no creen en ninguna innovación.
-Aunque sea una semilla de alto rendimiento-
No lo creen hasta ver los resultados.

Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.

No contribuyen nada al desarrollo del mundo.

Mülk düşkünüdürler amansız derecede

Tienen un hambre impla
cable de propiedades

Bir ülkenin geleceği
Küçücük topraklarının ipoteği altındadır.

El futuro de un país
Está bajo la hipoteca de sus minúsculas tierras.

Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
Zamanın derin ırmakları önünde…

Y se erigen como un pedazo de roca
Ante los profundos ríos del tiempo...

KÖYLÜLERİ, SÖYLEYİN NASIL”
NASIL KURTARALIM?

¿DINOS CÓMO SALVAR A ESTOS LOS ALDEANOS?



El Poeta:

Acción Poética

Acción Poética

Joyas de America Latina

Joyas de America Latina
santiago Roncagliolo