yeşillikler içinde bir öğrenci yurdu |
ah be gündüz güzeli ah! |
yeşillikler içinde bir öğrenci yurdu |
ah be gündüz güzeli ah! |
ikinci dünya savaşının başlamasına üç yıl kadar bir zaman vardır. sosyalist ve komünistlerin iktara gelmesine içerleyen general franco, ispanyol milliyetçilerini ve katolik imanını arkasına alarak seçilmiş sol hükümete karşı darbe yapmış ve ispanyol iç savaşı başlamıştır. ispanya'da solcuların iktidara gelmesinden rahatsız olan sadece franco değildir, almanya'da hitler, italya'da mussolini de durumdan hoşnut değildir. nazi almanyası ve mussolini italyası franco'ya askeri destek verir. zaten guernica (bask dilinde gernika şeklinde yazılır daha kolay telaffuz edilebilir bu) bombardımanı da alman ve italyan hava kuvvetleri tarafından gerçekleştirilir. kısacası franco, almanya ve italya'yı çağırıp kendi ülkesinde, kendi ülkesinin vatandaşlarını, ideolojisi kendisine ters diye bombalatmıştır. yine kendi ülkesinin insanlarını fastan getirdiği berberi askerlere kestirmiş hatta bu askerlerin moralini yüksek tutmak için sakat kalanlarla ilgili yaptığı konuşmada şu cümleyi kurmuştur:
"fas'ın cesur askerleri, savaşı kazandıktan sonra, ayağını kaybeden askerlere altından baston dağıtacağım"
sanırsın babasının malını dağıtıyor pusht. aşağıdan faslıları çağır, sağdan soldan almanları ve italyanları "bak sovyetler gelir ha sonra buralara" diye al içerde kendi vatandaşını öldürt, ee sonra da ben "büyük general franco'yum" diyerek yıllarca ülkeyi yönet. neyse sinirlenmeyecem.
naziler kafalarında kurguladıkları avrupa'ya engel çıkaracak komünistleri bölgeden temizlemek hem de hava kuvvetlerini ve yeni silahlarını denemek gibi "kutsal" bir amaçla franco'nun saldırı çağrısını kabul eder ve italyan hava kuvvetlerinin desteğini alarak, cumhuriyetçiler ve bask milliyetçileri için simgesel anlam taşıyan ve geri çekilmekte olan cumhuriyetçilerin de sığınmış olduğu gernika kasabasına 26 nisan 1937 tarihinde bomba yağdırır, kasabayı dümdüz eder.
uluslararası tepkiler gelince franco "biz bir şey yapmadık, almanlar, italyanlar da bir şey yapmadı. cumhuriyetçiler geri çekilirken gernika'yı ateşe vermişler" diye açıklama yapmıştır. beklenir franco gibilerden. en mide bulandıran yalanlar bu kafaların ürünü olmuştur tarih boyunca. neyse ki bölgede iç savaşı takip eden farklı ülkelerin gazetecileri varmış da onlar çıkıp yazmışlar gerçeği. almanlar 1997 yılında cumhurbaşkanları aracılığıyla resmi olarak özür dilemiştir. franco'cular, taa 1975 yılına kadar, başka bir deyişle franco 82 yaşında geberip gidene kadar devam etmiştir gernika'yı geri çekilen cumhuriyetçiler yaktı yalanına. (bir de en az 80 yaşamıyorlar mı ifrit oluyorum abi).
neyse... tabloya bir bakalım, ardından soru cevap şeklinde devam edelim.
soru: gernika tablosunun teknik özellikleri nelerdir?
cevap: gernika devasa bir eserdir. sanatsal, kütürel öneminden bahsetmiyorum, sahiden de 776 cm × 349 cm boyutuyla devasa bir eserdir. tuval üzerine yağlıboya olarak, kübizm, sembolizm ve ekspresyonizm akımlarını içerecek şekilde çizilmiştir. madrid'te bulunan reina sofia müzesinde sergilenmektedir.
soru: gernika kaç yılında ve nerede çizilmiştir?
cevap: gernika'nın çizimine bombardımandan bir ay yani 1937 yılının mayıs ayında başlanmış ve haziran ayında tablo tamamlanmıştır. tablo paris'te çizilmiştir. zira bütün bu olaylar olurken picasso zaten paris'te yaşamaktadır. bir de picasso doğrudan kendi içinden gelerek değil, hala iktidarda olan cumhuriyetçilerin ısmarlaması üzerine çizilmiş ve aynı yıl gerçekleştirilen paris sanat fuarında sergilenmiştir.
soru: tablo fransa'da çizilmiş dediniz. peki madrid'teki müzeye nasıl ulaşmış?
cevap: cumhuriyetçiler savaşı kaybettikten sonra iktidar francoya geçmiş ve ülke diktatörlükle yönetilmeye başlamıştır. bu durumu gören picasso tablonun ispanya'ya gitmesinin mümkün olmadığını anlamış ve diktatörlüğün sona ermesinin ardından ispanya'ya teslim edilmesi şartıyla new york modern sanat müzesi tarafından sergilenmesine ve korunmasına karar vermiştir. diktatörün vefatından sonra, 1981 yılında ispanya'ta teslim edilmiş, on bir yıl boyunca cason de buen retiro'da sergilendikten sonra 1992 yılında reina sofia müzesine alınmıştır.
soru: tablodaki karakterler ve semboller nasıl yorumlanıyor?
cevap:
at: tablonun merkezindedir. vücudu sağa başı sola dönüktür. düşmek üzere gibi görünür, dengesini korumak için ön ayaklarından birini öne çıkarmıştır. yan tarafında dikey bir yara vardır, ayrıca kendisine bir mızrak saplanmıştır. başı yukarı kalkmış ve ağzı açık, dili dışarı sarkmıştır. başı ve boynu gri, göğsü ve bir bacağı beyazdır. savaşın masum kurbanlarını sembolize eder.
kaçmaya çalışan kadın: yaralıdır. tablonun merkezine doğru ilerlemeye çalışır. bacağı yerinden çıkmış ya da kopmuştur, sol eliyle kanamayı dindirmeyi denemektedir, yarı ölü durumda. diğer kadın figürleri gibi yukarıya doğru bakmaktadır zira bombardımanı takip etmektedir.
kucağında ölü çocuk olan kadın: tablonun sol kısmında, boğanın hemen alt tarafında oturmuştur olarak görülmektedir. kucağında ölü bir çocuk vardır, çocuğun göz bebekleri yoktur, kadının gözleri göz yaşı şeklindedir. kafasını gökyüzüne, bombayı atanlara doğru kaldırmıştır ve acısını haykırmaktadır.
elinde kandil lambası tutan kadın: resmin merkezine yakında durmaktadır ve elindeki kandile sıkı sıkı sarılmıştır. bazılarına göre cumhuriyeti ve cumhuriyetçileri temsil etmektedir. başka bir yoruma göre bu kadın picasso'nun o dönemdeki sevgilisi olan dora maar'ın yüzüne sahiptir. kadın resimdeki adamın ve atın dramını uzaktan izlemekte ve elindeki kandille aydınlatmakta, duyurmaktadır.
ampül: elinde kandil lambası tutan kadınla birlikte, tabloya ışık sunan ikinci elementtir. hatta tutuşmuş yanan evi de katarsak üçüncü ışık kaynağıdır da diyebiliriz. ampül teknolojik ilerlemeyi, modern olanı simgelediği gibi teknolojik gelişmelerin savaşlarda kullanılmasıyla gelen yıkımı da göstermektedir.
bütün bunlarla birlikte tabloda doğrudan almanları, franco'yu eleştiren veya cumhuriyetçileri öven herhangi bir simge bulunmamaktadır. yani tabloya bakınca bir uçak, bir alman askeri, cumhuriyeti veya milliyetçi franco askerlerini temsil eden herhangi bir çizim göremiyoruz. picasso bütün derdini sembollerle anlatmaya çalışmaktadır.
soru: ya şimdi sembolizmi falan bırak da bu tablo hakkında ortamlarda anlatıp hava atabileceğimiz bir anekdot var mıdır?
cevap: olmaz olur mu? picasso ile bir nazi askeri arasında geçtiği söylenen bir diyalog vardır. asker tabloyu görür ve picasso'ya "bunu siz mi yaptınız?" diye sorar. picasso da durur mu yapıştırır cevabı "hayır, siz yaptınız!"
sonraki yazıda buluşuruz. kendinize iyi davranın.
Evi seviyorduk çünkü geniş ve eski olmasının yanında (artık
eski evler içindeki malzemelerden para kazanmak için parça parça satılır
durumda) çocukluğumuzun, anne babamızın ve onların anne babalarının anılarını
taşıyordu.
İrene ve ben evde yalnız yaşamaya alışmıştık, sekiz kişinin
birbiriyle karşılaşmadan yaşayabileceği bu evde iki kişi yaşamak bir çeşit
delilikti. Saat yedide kalkar, sabahı temizlik yapmaya ayırırdık, saat on bir
olunca, kalan odaların temizliğini Irene’ye bırakır ve mutfağa geçerdim. Öğle
yemeğimizi gün ortasında yerdik, hiç şaşmazdı; yemeğin ardından birkaç parçadan
ibaret bulaşığı da yıkardık ve yapacak başka da bir iş kalmazdı. Yemeğimizi
yerken sessizleşir, evin büyüklüğünü ve temizlik işine nasıl yetiştiğimizi
derin derin düşünürdük. Bizi evlenmekten alıkoyanın bu ev olduğuna inandığımız da
olurdu. İrene, ortada önemli bir sebep yokken iki talibini geri çevirmişti,
benim Maria Esther adındaki sevgilim sözlenmeye bile vakit bulamadan vefat
etmişti. Kırklı yaşlarımıza, sade ve sessiz bir evlilik yaşayan çiftler gibi
girmiştik. Büyük büyük anne ve babalarımızın bu evde yaşarken sulayıp yeşerttiği
soyağacı bizden sonra kökünden sökülecekti. Bir gün o evde ölüp gidecektik, aylak
kuzenlerimiz eve konacak, arsasını ve tuğlalarını satıp zenginleşmek için onu yerle
bir edeceklerdi; ya da çok geç olmadan evi biz yıkacaktık ki bu daha adil
olurdu. İrene, bu dünyaya kimseyi rahatsız etmemek koşuluyla gelmiş gibiydi.
Sabah rutinini tamamladıktan sonra günün geri kalanını yatak odasındaki sofanın
üzerinde örgüyle uğraşarak geçirirdi. Kendini örgüye neden bu kadar verdiğini
bilmiyorum, bence kadınlar başka bir işle uğraşmamak için bir bahane ararken icat
etmişlerdi örgü örmeyi. Gerçi İrene öyle değildi, örgüleri her zaman bir işe
yarardı; kış için kazaklar, benim için çoraplar, kendisi için sabahlıklar ve
yelekler örerdi. Bazen bir yeleği örer fakat orasını burasını beğenmeyip hemen
geri sökerdi; sepetin içinde birkaç saat önce sahip oldukları şekli kaybetmemek
için direnen kırışmış iplik yığınlarını izlemekten keyif alırdım. Cumartesileri
yün almak için şehre inerdim; İrene benim zevkime güvenir, seçtiğim renkleri
beğenirdi, onca yumak almışımdır daha içinden birini bile iade etmiş değildir.
Ben de bu fırsattan yararlanarak kitapçıları dolanır, Fransız edebiyatında
herhangi bir yenilik var mı diye fuzuli sorular sorardım. 1939’dan beri
Arjantin’e kayda değer hiçbir şey gelmemişti.
Ben size evden bahsetmek istiyorum, evden ve Irene’den, zira benim bir önemim yok. Örgü olmasaydı Irene ne yapardı acaba? Bir kitabı yeniden okuyabilirsin ama bir kazağı tamamladıktan sonra onu öylece yeniden örmenin bir yolu yok. Komidinin alt çekmecesini beyaz, yeşil ve lila şallarla doldurmuştu. Naftalin kokuyordu, tuhafiye tezgahındaymış gibi üst üste yığılmışlardı; bunlarla ne yapmayı düşündüğünü sormadım bile. Yaşamak için çalışmaya ihtiyacımız yoktu, tarlalar sayesinde her ay ödeme alıyorduk ve para birikiyordu. İrene sadece örgüyle vakit geçiriyordu, bu konuda müthiş yetenekliydi. Bir örümcek maharetiyle işleyen ellerini, şişlerin gidiş gelişini ve sepetlerin içine bırakılan yumakların dönüşlerini izleyerek saatler geçirirdim. Müthiş bir uğraştı benim için.
Evin bölümlerini unutmak ne mümkün! Rodriguez Pena'ya
cepheli olan en arka kısımda yemek odası, goblenlerin asılı olduğu oturma
odası, kütüphane ve üç büyük yatak odası bulunuyordu. Banyo, mutfak ve yatak
odalarımız ve büyük oturma odasının bulunduğu ön kanadı bu bölümden sadece
büyük meşe kapıya sahip bir koridor ayırıyordu. Eve fayans döşeli bir antreden
giriliyordu ve iç kapı oturma odasına açılıyordu. Antreden giren birisi iç
kapıyı açınca oturma odasına erişiyordu; oturma odasının iki yanında yatak
odalarımız, tam karşısında ise arka kısma giden koridor kalıyordu, bu
koridordan ilerlendiğinde meşe kapıya erişiliyor, bu kapıdan geçildiğinde evin
diğer kısmı başlıyordu. Meşe kapıya gelmeden hemen önce sola dönüldüğünde biraz
daha dar olan başka bir koridor sizi mutfak ve banyoya götürüyordu. Meşe kapı
açık olduğunda evin büyüklüğü anlaşılıyordu; kapı kapalı olduğundaysa içinde
güçlükle hareket edilen herhangi bir apartman dairesine benziyordu. İrene ve
ben evin ön kısmında yaşıyorduk ve meşe kapıdan ötesine -temizlik söz konusu
değilse- neredeyse hiç geçmiyorduk. Mobilyaların üzerini inanılmaz derecede toz
kaplıyordu! Buenos Aires temiz bir şehir olmasını kesinlikle vatandaşlara
borçluydu. Havada çok fazla toz vardı, bir rüzgar esmeye görsün, hemen mermer
sehpaların üzeri ve makreme örgülerin arası tozla kaplanırdı; tüylü toz temizleyici
kullanarak bu tozları hakkıyla çıkarmak için çok zahmet çekerdik, üstelik
tozlar uçar ve havada asılı kalır sonra tekrar mobilya ve piyanoların üzerine
inerdi.
—Emin misin?
Başımı salladım.
—Öyleyse —dedi şişleri yerden alırken— bu kısımda yaşamamız
gerekecek.
Ben özenli bir şekilde mate hazırlıyordum ama onun yapmakta
olduğu işe devam etmesi biraz zaman aldı. Hatırladığım kadarıyla gri bir yelek
örüyordu; o yeleği seviyordum.
İlk birkaç gün sancılı geçti çünkü ikimizin de sevdiği pek
çok şey ele geçirilen kısımda kalmıştı. Fransız edebiyatı kitaplarımın tamamı
kütüphanedeydi. İrene bazı örtüleri ve kışın onu çok sıcak tutan terliklerini
özlüyordu. Ben ardıç pipomu arıyordum, İrene'nin aklında yıllar öncesinden
kalma bir Hesperidin şişesi gelip duruyordu. Sıklıkla (ama sadece ilk günlerde)
şifonyerin çekmecelerinden birini kapatıyor ve üzgün bir şekilde birbirimize bakıyorduk.
—Burada değil!
Aradığımız şey, evin diğer tarafında kaldığı için artık
bulamayacağımız eşyalardan biri dahaydı. İyi yanları da vardı bu durumun.
Mesela temizlik çok kolaylaşmıştı. Geç saatte - diyelim ki saat dokuz buçukta-
uyansak bile on bir olmadan işimizi bitirip kollarımızı kavuşturmuş oluyorduk.
İrene benimle birlikte mutfağa girmeye başladı, öğle yemeğini hazırlarken bana
yardımcı oluyordu. İyice düşündük ve karar aldık: ben öğle yemeği hazırlarken o
akşam için soğuk yenebilecek yemekler hazırlayacaktı. Bu iyi bir karardı zira hava
karardıktan sonra yemek pişirmek için yatak odalarımızdan çıkmak bizi rahatsız
ediyordu. İrene’nin yatak odasındaki masa ve soğuk yemekler bize yetiyordu.
İrene de mutluydu; örmek için daha fazla vakit buluyordu. Kitaplar yüzünden
biraz canım sıkılmıştı ama kardeşimi üzmemek için babamın pul koleksiyonunu
karıştırmaya başladım, zaman öldürmeme yardımcı oluyordu. Keyfimiz yerindeydi,
her birimiz kendi istediğimiz işlerle uğraşıyor, vaktimizin büyük kısmını daha
rahat olduğu için İrene'nin yatak odasında geçiriyorduk. Bazen İrene “Bulduğum
şu modele bir bakıver. Sence de yoncaya benzemiyor mu?” derdi. Ben de, arada
bir, Eupen-Malmédy'den bir pulun ne kadar kıymetli olabileceğini görmesi için
gözlerinin önüne küçük bir kağıt karesi uzatıyordum.
İyiydik ve yavaş yavaş düşünmemeye başladık. Düşünmeden
yaşayabiliyor insan. (İrene sayıklamaya başladığında hemen uyanıyordum. Bazen
bir heykelin donukluğunu bazen de bir papağanın gevezeliğini andıran,
gırtlaktan değil, rüyalardan gelen o sese hiç alışamadım. İrene'nin dediğine
göre benim uykum arada sırada battaniyenin yere düşmesine neden olan büyük
sarsıntılardan ibaretti. Yatak odalarımızın arasında oturma odası vardı, ancak
geceleri evdeki her sesi duyabiliyorduk. Nefes alışlarımızı, öksürüklerimizi
duyuyor, yatağın başucundaki lambanın düğmesine doğru hamle yapışımızı ve
karşılıklı ve sık yaşanan uykusuzlukları hissedebiliyorduk. Bunun dışında evde
her şey sessizdi. Gündüz evdeki gündelik sesler, örgü iğnelerinin metalik
sürtünmesi, pul albümünün sayfalarının dönerken çıkardığı hışırtı hüküm sürüyordu.
Meşe kapının çok büyük olduğunu söylemiştim sanırım. Ele geçirilen kısımda
bulunan mutfağa ve banyoya gittiğimizde yüksek sesle konuşurduk ya da İrene ninniler
söylerdi. Mutfakta başka seslerin araya girmesine izin vermeyecek kadar çok
çanak çömlek ve bardak şangırtısı olurdu. Orada sessizliğe nadiren izin
verirdik ama yatak odalarına ve oturma odasına dönünce ev sessizleşirdi,
birbirimizi rahatsız etmemek için adımlarımızı daha yavaş atardık. Sanırım bu
yüzden İrene rüyasında yüksek sesle konuşmaya başladığında ben hemen
uyanıyordum. Her şey tekrar etmesine rağmen farklı sonuçlar doğuruyordu.
Bir gece susadığımı hissettim ve yatmadan önce Irene'ye mutfağa gidip kendime
bir bardak su dolduracağımı söyledim. Yatak odasının kapısındaydım -o örgüsünü
örüyordu- mutfaktan gelen bir sesi duydum; mutfaktan ya da banyodan geliyor
olabilirdi, koridorun kıvrımı sesi boğuyordu. Aniden durmama şaşıran İrene tek
kelime etmeden yanıma geldi. Sesleri
dinlemeye koyulduk, seslerin meşe kapının bu tarafında, mutfak veya banyoda hatta
koridorun kıvrımında, yani neredeyse yanımızda olduğunu açıkça fark ettik.
Birbirimize bakmaya bile vakit bulamadık. İrene'nin kolunu tuttuğum gibi arkama
bakmadan koşmaya başladım. Arkamızdan gelen sesler daha boğuk olmalarına rağmen
sürekli büyüyordu. Kapıyı kapattım, antrede durmuştuk. Artık hiçbir şey duymuyorduk.
— Bu kısmı aldılar, dedi Irene.
Örgüsü ellerinden sarkıyordu, yün ipler kapıya kadar gidip altında kayboluyordu.
Yumakların diğer tarafta kaldığını görünce örgüyü elinden bıraktı. “Bir şey
almaya vaktin oldu mu?” diye sordum faydasızca. “Hayır, hiçbir şey alamadım”
dedi. Üzerimizdeki giysilerle kalmıştık. Yatak odamın dolabında on beş bin peso
olduğunu hatırladım ama artık çok geçti. Kol saatim yanımda olduğu için saatin
gece on bir olduğunu gördüm. Kolumu İrene'nin beline doladım -sanırım ağlıyordu-
ve sokağa çıktık. Uzaklaşmadan önce içim yanarak dış kapıyı kilitledim ve
anahtarı kanalizasyona attım. Mazallah blisin birinin aklına hırsızlık gelir, o saatte
-zaten ele geçirilmiş olan- eve falan girerdi.
İspanyolcasından çeviren: Ercan Bayraz
serinin ikinci çevirisini jodorowski'ye ayırıyorum. tamamını olduğu gibi çevirdiğim röportajın latercera.com sitesinde yayınlanan orijinaline buraya tıklayarak erişebilirsiniz.
Günümüzün çizgi roman dünyasını nasıl yorumluyorsunuz?
Benim işim canlı ve şimdiki zaman
içerisinde biriken bir iş. Bir dahi olan Moebius ile yaklaşık 30 yıl çalışma
şansına sahip oldum. Şu anda José Ladrönn ile birlikte Los hijos del Topo'nun
ikinci bölümü ve simya bakış açısıyla Fransa tarihini anlatan Los caballeros de
Heliópolis'in üçüncü cildi üzerinde çalışıyorum. Ayrıca El
Papa Terrible'nin dördüncü cildi ve Sangre Real'in yeni sayısı da
var. Bütün bunları aptal bir ihtiyara dönüşmemek için
yapıyorum.
Psikobüyü
(Psikomaji)
filminin konusu nedir?
Film, psikanalizi tamamlayan psikobüyü
tekniğine genel bir bakış açısı sunuyor. Psikanaliz sadece sözlerle, psikobüyü
ise eylemlerle tedavi eder. Çekimler tamamlandı ancak filmin gösterime girmesi
için Cannes Film Festivali'nin kararını bekliyoruz ve bunu 15 Şubat'tan önce
öğrenemeyeceğim.
Psikobüyü’nün arka planında ne var?
Marsilya Tarotu üzerinde çalışmaya
başlamam önemliydi. O zamanlar cadılar tarafından para kazanmak için kullanılan
bir kart oyunuydu. Tarotun kökeni Orta Çağ'a dayanır ve en az Kitab-ı Mukaddes
kadar derindir. Artık tarot bakarken gelecek okumasını ortadan
kaldırıyorum ve kişinin bugününü ve geçmişten gelen sorunlarını analiz
ediyorum.
Biyografik hikayenizin üçüncü bölümü
nasıl ilerliyor?
Para topluyoruz. Benim olayım auteur
sineması, bu yüzden crowdfunding yapıyorum. Viaje esencial
Fransa ve Meksika'daki deneyimlerimi anlatıyor. Bir sürü şey var, bu yüzden bir
senaryo hazırlıyorum. Yarısına geldim.
Fransa bölümünü yazdım. Sana bir şey söyleyeyim mi? 17 Şubat'ta 90 yaşıma
giriyorum ve buna inanamıyorum! İnsanın yaşını hissetmediğini söyleyebilirim,
Nicanor Parra'yı çok iyi anlıyorum. İnsan sevdiği işi yapmaya devam ettiği
sürece yaşlanmıyor.
Bu
hafta Parra'nın birinci ölüm yıldönümüydü...
Bir yıl ha! Parra benim ruhani öğretmenimdi. Onu
Enrique Lihn ile keşfettiğimizde henüz Antipoemas'ı
yayınlamamıştı. Sonra El
Quebrantahuesos’u hep birlikte
hazırladık. Poesía sin
fin’de benim 100 yaşında olduğum ve kendime tavsiye verirken
göründüğüm bir sahne var. Şili'de çekim yaptığım için, o sahne için önceden Las
Cruces'te (2015'te) Nicanor'u görmeye gittim. Parra'nın söylediklerini
ezberledim ve o sahnede tekrarladım.
Bugün
Şili'deki aile çatışmasında, onun ilerleyen yaşlarında akli melekelerinin
yerinde olmadığını öne sürüyor...
O 100 yaşındayken ben Parra ile konuştum ve
sapasağlamdı. Zihni hiç zarar görmemişti. Tek sorun bacaklarında bir sorun
olmasıydı, iyi hareket edemiyordu ama zekası mükemmeldi.
Siz
yolculuk yapmakta zorlanıyor musunuz?
Uçakla yolculuk yapmak zor oluyor. Bir
defasında, Guadalajara Kitap Fuarı, konuk yazarlar olarak Nicanor Parra, Isabel
Allende ve beni davet etti. Allende, çok depresif olduğunu belirterek gitmedi.
Nicanor "Kronos nedeniyle gelemeyeceğim” dedi. Onları ben temsil ettim.
Şimdi ben de Parra gibiyim, bana New York'ta bir serginin açılışını teklif
ediyorlar ve ben burada kalmayı tercih ediyorum.
Paris’te
yaşamaya devam mı edeceksiniz?
Ben Paris’te yaşamıyorum, ayakkabılarımın içinde
yaşıyorum. Benim vatanım ayakkabılarım (gülüyor). Paris’teyim çünkü hayatımı
çizgi romandan kazanıyorum. Ama öldüğümde küllerimin stratosfere savrulmasını
isterim. Bedenime bağımlı değilim.
Şili
ve Fransız vatandaşlığınız var, değil mi?
Pasaportumun süresi doldu ve şu anda Şilili
değilim, kültür alanında çok önemli biri olduğumu söylüyorlar ama bana Ulusal
Sanat Ödülü'nü bile vermiyorlar!
Bu
"El pago de Chile"* dedikleri şey herhalde...
Bence öyle. Parra bunu söyledi ama Şili'den hiç
ayrılmadı, Pinochet döneminde bile. Kalmam gerekiyordu ama yapamadım çünkü
Şili'de kendimi gerçekleştiremiyordum. Roberto Matta'nın bir keresinde bana
şöyle dediğini hatırlıyorum: "Herkes Fransa'da başarılı olmanın zor
olduğunu söylüyor ve ben de size çok kolay olduğunu, sadece ilk 50 yılın zor
olduğunu söylüyorum".
röportaj serisinin ilk yazısını roberto bolaño'ya (tabii ki) ayırıyorum. critica.cl sitesinden sadeşleştirerek çevirisini yaptığım röportajın orijinaline ve bütününe buraya tıklayarak erişebilirsiniz.
Luis García — Vahşi Hafiyeler romanı ile Herralde Roman Ödülü'nü kazandınız. En başından bugünlere nasıl geldiniz?
Roberto Bolaño —Birazcık sağlıksız bir neşeyle geldim. O zamanlar Figueres ve Cadaques'in arasında bulunan Roses'de çalışıyordum, ancak hayatımda göz alıcı hiçbir şey yoktu, göz alıcı kelimesini sanat veya gösteri dünyasında çalışan (aslında, sanat ve gösteri dünyası arasındaki farkı bildiklerinden çok şüpheli olduğum) yüzlerce Latin Amerikalı sürgün tarafından anlaşıldığı ve örneklendiği gibi yorumluyorum. O zamanlar takı satıyordum, yani kendi küçük işim vardı ve Binbir Gece Masalları'ndaki bir Arap gibi ya da Prag gettosundaki bir Yahudi gibi yaşıyor, çeşitli takı parçalarının muhteşem isimlerini öğreniyordum. Öğle saatlerinde limandaki dalgakıranda dalışa gidiyordum, burada hala ahtapot görmek mümkündü. Ahtapotlar beni gördüklerinde uzaklaşıyorlardı ve ben de onlara dokunmadan, uzun bir süre takip ediyordum. Akşamları, günün kazanç ve kayıplarını hesaplayıp oldukça kalın bir deftere yazdıktan sonra, yere uzanarak (masam yoktu) yazmaya başlıyordum. Bazen o gün gördüğüm ahtapotun gözlerini düşünüyordum ve bu bende muhteşem bir his uyandırıyordu. Bir dolandırıcılığın kurbanı olmasaydım, muhtemelen hala aynı işi yapıyor olurdum.
L.G.
—Zafer kazanmış bir insan olmak nasıl bir duygu? Yani yirmi yıl içinde marjinal
bir yazar olmaktan çıkıp Herralde Roman Ödülü'nü ve ardından Rómulo Gallegos
Ödülü'nü kazanmak nasıl bir his?
R.B.
—Zafere inanmıyorum. Aklı başında olan insanlar zafere inanmaz. Ben, zamana
inanıyorum. Elle tutamasak da, zaman kavramında bir gerçeklik
var, zafer böyle bir gerçekliğe sahip değil. Muzaffer insanlar kentinde dünyanın en sefil insanları yaşar ve ben ne o noktaya ulaştım ne de kendimi o
noktaya ulaşacak durumda görüyorum.
L.G.
—Sizin gibi bir Şililinin Girona sahilinde ne işi var? Sizi burada kalmaya ikna
eden ne?
R.B.
—Burayı seviyorum. Başka bir yerde yaşasaydım, sanırım oraya da alışır ve az
çok mutlu bir hayat sürerdim. Baba tarafım göçmen bir aile, büyükbabam
Galiçyalı, büyükannem ise Katalan. Babam Şili'de doğdu, sonra Meksikalı oldu. Benim ailem ya da ailemin bir kısmı işçi sınıfına mensup, işçi sınıfının
bir burjuva icadı olan anavatana inanmayı bırakması için birazcık teşvik
edilmeye ihtiyacı var, burjuva derken Fransız burjuvazisini olduğu kadar Sovyet
burjuvazisini ya da Çin burjuvazisini de kastediyorum. Ancak şunu da kabul
etmeliyim ki ben neredeyse her zaman çoğunluğa karşıyım ve anavatan kavramı
çoğunluğun (yurttaşların) kendi dogmalarını, cezalarını ve ödüllerini en ikna
edici şekilde dayattıkları yerdir.
L.G. —Meksika'da uzun süre yaşayan biri olarak kendinizi boom akımıyla mı yoksa crak kuşağıyla
mı daha çok özdeşleştiriyorsunuz?
R.B.
—Hayır, kendimi hiç bir şekilde boom akımıyla özdeşleştirmiyorum. Cortázar ve
Bioy gibi sık sık yeniden okuduğum çok iyi yazarlar içermesine rağmen, boom'dan
gelecek en küçük bir sadakayı bile kabul etmem. Boom, başlangıçta -neredeyse
her şeyde olduğu gibi- çok iyiydi, çok teşvik ediciydi, ancak boom'un mirası
korkutucu. Örneğin, Garcia Marquez'in resmi varisleri kimdir? Isabel Allende
mi, Laura Restrepo mu, Luis Sepulveda mı yoksa başka birileri mi? Bana göre
Garcia Marquez, gittikçe daha çok Santos Chocano ya da en iyi ihtimalle
Lugones'e benziyor. Peki Fuentes'in resmi varisleri kimdir? Vargas Llosa’nın?
Neyse, bu konuyu kapatalım. Okurlar olarak görünüşe göre hiçbir çıkışın
olmadığı bir noktaya ulaştık. Yazarlar olarak kelimenin tam anlamıyla bir
uçuruma vardık. Karşıya geçmenin bir yolu yok, ama geçmek zorundayız ve bizim
işimiz de bu; karşıya geçmenin bir yolunu bulmak. Görünen o ki, bu noktada
ebeveynlerin (ve bazı büyükanne ve büyükbabaların) geleneği hiçbir işe
yaramıyor, aksine bir yük haline geliyor. Uçurumdan düşmek istemiyorsak bir
şeyler yaratmalı, cüretkar olmalıyız, ancak bu da hiçbir şeyi garanti etmiyor.
L.G.
—Sindirilmesi zor olan hikayeler yazma eğilimindesiniz. Romanlarınız hayata ne
borçlu?
R.B.
—Her şeyi. Her şeyini hayata borçlu olmayan hiçbir şey yoktur.
L.G.
—Peki şiiriniz? Onları kimden miras aldınız?
R.B.
Şiirsel bir eser genellikle bir kütüphanenin, bir yaşamın ve o yaşama ait
atılımların sonucudur. Bu anlamda, bir ya da on şair ismi zikretmek
faydasızdır, binlerce şair var, üstelik bu şairlerin etkisi her zaman göreceli,
yaşanan serüvene bağlı. Serüven derken sadece yolculuğu ve riski kastetmiyorum,
aynı zamanda hastalıkları, dostlukları, küçük ve gündelik olayları ve tabii ki
insanların tanrı, tanrıların da insan olduğu zamanlardan geriye kalan tek şeyi,
yani dostluğu kastediyorum. Pardon, eksik kaldı, aşk da var ama aşkın biraz
daha hassas bir yönü var.
L.G.
—Folklor ve hiciv sevenler arasında çok popüler olan Şiir Günlerinden
bazılarına katılmış olan siz, son dönem İspanyol şiirini nasıl yorumluyorsunuz?
R.B.
—Benim için yeni İspanyol şiiri hâlâ Leopoldo María Panero ve Pere
Gimferrer'den ibarettir. Doğrusu, Gimferrer'in çalışmaları çok ilgimi çekiyor,
sadece şiirsel çalışmaları değil, Gimferrer'in tüm çalışmaları. Miguel
Casado'yu da seviyorum, görünmezliğin peşindeymiş gibi davranan bir şair ama
aslında aradığı şey belirgin olmak. Bazen görünmezlik ve belirginleşmenin aynı şey
olduğu doğrudur.
L.G.
—Sizinle yapılan bir söyleşide, profesyonelliğe edebiyat yarışmalarında adım
attığınızı bu yarışmaların sizin için bir hayatta kalma aracı olduğunu duymuştum. Bunların doğruluk payı var mı?
R.B. —Tamamen doğrudur. Para kazanmak için her türlü edebiyat yarışmasına katılıyordum. Şiirlerimi ve aynı iki romanımı açılan bütün yarışmalara gönderiyordum. Hepsi bir ödül kazındı, hatta bazıları birden fazla ödül kazandı (isimlerini değiştirip farklı yarışmalara gönderiyordum). Beslenmek için gerekli bir faaliyetti diyebilirim. Edebiyat yarışmalarını konu alan «Sensini» adında bir öykü yazdım, «Llamadas Telefónicas» kitabımda yayınlandı. İspanya ve Latin Amerika'da önemli ödüller kazanmamı sağlayan, temelde melankolik olmasına rağmen içinde coşkulu anlar da barındıran bir dönemiydi hayatımın.
L.G.
—Kitaplarınızda yadsınamaz bir siyasi hava var. (Kendi ülkesinde terörist
olmakla suçlanan ve kendisini sürgün olarak gören birinden bunun aksi de
beklenemezdi). Peki neden İspanya'daki toplumsal hareketlere -örneğin Luis
Sepúlveda’nın katıldığı gibi- etkin bir şekilde katılmıyorsunuz?
R.B.
—Şili'de tutuklandığımda, aksanım Meksikalı olduğu için "yabancı
terörist" yaftası yedim. Bu yaftayı göğsümde bir şeref madalyası gibi
taşıdım. Ne yazık ki o madalya çok dayanmadı. Beni bir kontrol noktasında durduran
jandarma teğmeni muhtemelen şizofrendi ve belli ki kimse onun ne yaptığıyla
ilgilenmiyordu. Bazı Alman yayınlarında altı ay hapis yattığımı hayretle
okudum. Aslında sadece sekiz gün yatmıştım. Sosyal hareketlere katılma konusuna
gelince; Luis Sepúlveda'nın ne tür sosyal hareketlere katıldığı konusunda
hiçbir fikrim yok, ama eminim ki beni o kulübe almazlardı. Ne o kulübe ne de
bir başkasına. Kısacası, nezaketimden, inceliğimden, kesin kovulacak olmamın vereceği kötü histen onları korumak için katılmadığımı söyleyebilirim.
Başka bir şekilde söylemek gerekirse: onlar kendi siyasetleriyle ilgilensinler;
ben edebiyatla ve kendi siyasetimle ziyadesiyle meşgul durumdayım. Son bir
husus daha var; İspanya'da kendimi hiçbir zaman sürgün gibi hissetmedim, Meksika'da,
Orta Amerika'da veya İspanyolca konuşulan başka bir yerde kendimi hiçbir zaman
sürgünde hissetmedim.
L.G. —Nocturno de Chile'deki işkence seansları ve edebiyat
toplantılarını birleştiren hikayenin oldukça grotesk bir yanı var. Bu hikaye edebi
bir öğe olarak aklınıza nasıl geldi?
R.B.
—Bu olay gerçek ve herkes tarafından biliniyor, ancak yakın zamana kadar
Şili'de kimse bu konu hakkında açıkça konuşmadı. Santiago'daki
malikanesinde edebiyat toplantıları düzenleyen kadın bir yazar vardı; aynı kadının,
Letelier'in arabasına ABD'de bomba koyan ve Buenos Aires'te Prats'a suikast
düzenleyenlerden biri olan Amerikalı kocası ise evin mahzeninde tutsaklara
işkence yapıyordu. Elbette edebiyat gecelerine katılanlar, o sırada mahzende
neler olup bittiğinden habersizdi.
L.G.
—Oldukça ilginç bir hikaye...
R.B.
—Hayır, iyice düşündüğümüzde hiçbir durum o kadar da ilginç gelmiyor. Edebiyat,
özellikle de hangi türden ve hangi siyasi inançtan olursa olsun, soylulardan oluşan bir ordudan ibaret olduğunu düşündüğümüzde, her
zaman alçaklığa, aşağılığa ve aynı zamanda işkenceye yakın olmuştur. Sorun
soylu ruhtan kaynaklanır. Ve tabi ki korkudan beslenir.
L.G.
—Sizce tüm kitaplarınız arasında, ister düz yazı ister şiir olsun, bir bağlantı
kurmak mümkün mü? Başka bir deyişle, ne kadar küçük olursa olsun, hepsinde ortak
bir nokta görüyor musunuz?
R.B.
—Bütün kitaplarım birbiriyle bağlantılı. Fakat bu konuyu konuşmak bence sıkıcı
bir faaliyet.
L.G. —Herralde Ödülünü aldığınız Vahşi Hafiyeler
kitabının zamanla kült bir esere dönüşeceğinin farkında mıydınız?
R.B.
—Herralde Ödülü'nü kazanmış olan ve çok sevdiğim iki ya da üç yazar var ve bu
anlamda ismimi onların yer aldığı bir listeye eklemek benim için bir onurdu.
Pitol, Javier Marías ve Pombo’dan bahsediyorum. Ama, Anagram’ın yayınladığı ilk
kitabım olan Uzak Yıldız, 1996 yılında yayınlandığında daha fazla mutlu
olmuştum.
L.G.
—Vahşi Hafiyeleri geleneksel kara roman türüyle ilişkilendirenler de oldu.
Sizce haklılar mı?
R.B.
—Asla. Vahşi Hafiyeler, hatta şimdi düşünüyorum da, eserlerimin tamamı
olmasa da önemli bir kısmı -iyi mi kötü mü bilmiyorum ama- bir türden diğeri
arasında sorunsuz bir şekilde dolaşabiliyor. Nocturno de Chile'de,-hatırladığım
kadarıyla- üç tür var: korku, durum komedisi ve taşra romanı-gotik roman
karışımı.
L.G. —Bana göre son zamanlarda okuduğum en ilginç kitaplardan
biri olan Tres hakkında neler söyleyebilirsiniz? Nasıl ortaya çıktı?
R.B.
—-Tres, adından da anlaşılacağı üzere, farklı zamanlarda yazılmış üç şiir ya da
üç uzun metinden oluşuyor; en eskisi sanırım 1980'de, en yenisi ise 1994 ya da
1995'te yazıldı. Bu kitap hakkında söyleyebileceğim en önemli şey, bir
sandalyeye bağlanıp tekrar tekrar okumaya zorlansam, hiçbir şekilde utanç
duymayacağım bir eser, ki bence bu yeterlidir. Hatta bazen, mantıksız bir coşkuyla, en
iyi iki kitabımdan biri olduğunu bile düşünüyorum.
L.G.
—Kitabın çok iyi karşılanmadığını hatırlıyorum, sanki siz başarılı bir
hikayeciymişsiniz de şiir dünyasına girmenize izin verilmiyormuş gibi. Bununla birlikte,
bu kitap tam anlamıyla bir şiir koleksiyonu değildi.
R.B.
—Eleştirmenler romanlarıma ve kısa öykülerime karşı her zaman çok cömert
davrandılar ve şiirlerim için de benzer bir cömertlik talep etmek onların sabrını ya da eleştirmen tanrısının sabrını kötüye kullanmak
olacaktır. Bu konuda herhangi bir şikayetim yok.
...
Ben Arjantinliyim ama hayatın cilvelerinden biri olarak Belçika'nın başkenti Brüksel'de doğdum ve bu oldukça enteresandı. Annem de babam da Arjantinli, babam Brüksel'deki Arjantin Elçiliğinde bir göreve atandığında yeni evlilerdi. Brüksel'e gemiyle gittiler. Dokuz ya da on ay sonra ben Brüksel'de ortaya çıktım. Ancak size oldukça trajik koşullarda ortaya çıktığımı söyleyeceğim, çünkü 26 Ağustos 1914'te doğdum. Tarihle ilgilenenleriniz bir ay önce Birinci Dünya Savaşının patlak verdiğini ve Ağustos 1914'te Kayzer'in Alman birliklerinin kan ve ateş içinde Belçika'ya girdiğini bilecektir. Fransa'ya karşı saldırıya geçmeden önce Brüksel'i işgal ettiler. Bu yüzden benim doğumum çok özeldi çünkü annem bir klinikteydi ve her yere Alman topları düşüyordu. Biraz riskli bir doğumdu ve neredeyse annemin ve hatta benim hayatıma mal oluyordu ama ikimiz de hayatta kaldık. Ailem diplomatik ayrıcalığa sahip olduğu ve Arjantin tarafsız bir ülke olduğu için, Almanlar Belçika'yı işgal ettiğinde, yine tarafsız bir ülke olan İsviçre'ye gitmemize izin verildi. Kız kardeşim orada doğdu. Biz iki kardeşiz. Daha sonra ailem üçüncü bir tarafsız ülkeye, İspanya'ya geçebildi ve 1914'ten savaşın sona erdiği 1918'e kadar orada kaldılar çünkü Arjantin'e dönemiyorlardı. O zamanlar tabii ki yolcu uçağı yoktu, gemiyle de seyahat edilemiyordu çünkü Alman denizaltıları tüm gemileri batırıyordu. Barselona'da kalmak zorundaydık ve çok küçük bir çocuk olarak ilk karışık anılarım Barselona'ya dair anılardır.
Dört yaşındayken Arjantin'e döndüm, o zamanlar konuşmakta olduğum Fransızca'yı unuttum ve şu an olduğum kişi oldum: bir Arjantinli...
Julio Cortazar ve kedi dostu |
francisco franco ve primo de rivera çıkarmanın en önünde atla giderken |
rivera ve kral darbeden sonra birlikte poz veriyorlar. tahmin edin hangisi kral? hayır dombili olan değil, soldaki ibiş tipli olan. |
Karakterlerinden bazılarını gerçek hayattan almış gibisin.
Mesela Ulises Lima böyle bir karakter.
Evet,
o gerçek hayattan alınmış bir karakter.
Ulises
Lima kimdir?
Ulises Lima, bir yıl kadar önce ölen arkadaşım
Mario Santiago’dur.
Bize biraz ondan bahset.
O benim arkadaşımdı, daha doğrusu en
iyi arkadaşımdı. Meksika’lı bir şairdi. Çok garip bir insandı, Mario Santiago
garip bir insandı, sanki birkaç gün önce bir uzay gemisinden inmiş kadar
garipti. Enteresan işleri vardı ve amansız bir okurdu. Duştayken bile okumak
gibi ilginç huylardan bahsediyorum. Duşa girer, suyu açar sonra kitap tuttuğu
elini dışarı doğru uzatır, orada kitap okurdu. İşin ilginç yanı okuduğu
kitaplar benimdi. . Kitaplarımı sürekli ıslanmış buluyordum ve başlarına ne
geldiğini bilmiyordum. “Meksika şehrine yağmur mu yağdı diye düşünürdüm.
Bilirsin, Meksika çok büyük bir şehir Belki bir bölgesinde yağmur yağmıştır ve
kitaplarım yağmurda ıslanmıştır. Garip ama
Sonuçta bir doğa olayı. Olabilir. Bir gün onu duşta kitap okurken
yakaladım, gördüğüm bu mucizevi olay karşısında diz çöküp dua etseydim yeriydi.
Ama ben öyle yapmadım, hatta ona kızdım. Böyle ilginç huyları vardı Mario’nun.
Harika bir karakterdi ama hiç disiplini yoktu. O zamanlar para kazanmak için
Meksika’daki çeşitli dergilerde yazıyorduk, onun yazılarını da ben tamalıyordum.
Bir taslak hazırlıyordu ve ben tamamlıyordum. Sonra kendi yazımı yazmam
gerekiyordu.
Yani tam bir şairdi?
Evet, o, tam bir şairdi. Mükemmel, cesur
bir insandı.
Onun herhangi bir şiirini,
dizesini hatırlıyor musun?
Yaşayacaksam eğer,
dümensiz ve delilik içinde olmalı.
Biraz sert bir dizeymiş. Bu şekilde şairane yaşamak
mümkün mü? Romantik şairlerin poetik yaşam hakkında söylediklerini
hatırlıyorum. Biraz bu dizedeki yaşam tarzını anımsatıyor bana. Hala böyle bir
poetik yaşam mümkün müdür?
Mümkündür ama tavsiye edilmez. Ben,
mesela, oğlumun -ileride yazar olmayı seçerse- dümensiz ve delilik içinde
yaşamasını istemezdim. Kimse sevdiği insanın acı çektiğini görmek istemez.
------
Bu kesit Roberto Bolaño'nun aşağıdaki linkten ulaşılabilecek röportajından alınmıştır.
https://www.youtube.com/watch?v=4opmK0SO-J8&t=2130s
"Maddi zorluklar her geçen gün daha da kötüye gidiyordu. Çalışamıyordum çünkü çalışma iznim yoktu, bana belgesiz iş verebilecek kimseyi de tanımıyordum, Fransızca bilmiyordum. Bazen boş şişeler bulup onları satıyor, hayatımı bununla sürdürüyordum. Üç yıl boyunca günlük mucizeler sayesinde yaşadım. Bu bende muazzam bir acıya neden oldu. Benimle aynı durumda olan bir grup Latin Amerikalı ile birlikteydim. Kasabın bir biftek alana bir kemik verdiğini öğrendik ve o kemiği kullanarak çorba yapmaya başladık. Bazen çorba yapmak için kemiği ödünç alır ve çorbayı kaynattıktan sonra geri verirdik.
"Hotel de Flandre" adında bir otelde kalıyordum. Oteli Bay ve Bayan Lacroix işletiyordu. Beş parasız kaldığımda onlarla konuştum ve onlara ödeme yapamayacağımı söyledim. Çatı katında kalmama izin verdiler. Bunun bir ya da iki ay süreceğini düşünmüştüm ama bir yıl kaldım ve onlara ödeyecek hiçbir şeyim yoktu.
Geçen hafta Mario Vargas Llosa buradaydı, Hotel Wetter'de kaldı ve otele girdiğimde yöneticilerin aynı Bay ve Bayan Lacroix olduğunu gördüm. İşin ilginç yanı Mario da 1960 yılında aynı duruma düşmüş ve ona da aynı şeyi söylemişler, yani tavan arasında kalmasını. O da uzun süre ödeme yapamamış. Ben o çatı katında kalırken “Albaya mektup yok‘ kitabımı yazdım. Mario, aynı yerde kalırken ’Kent ve Köpekler” kitabını yazmış.
Paris değişmedi ama beni değiştirdi".
hayattan kesitler serisi, ispanyolca konuşan ve bu dilde eser veren yazar ve sanatçılarının hayatlarından kesitleri kendi cümleleriyle aktarır. kitaplardan, dergilerden veya röportajlardan öğrendiğim kesitleri çevirip buraya kopyalıyorum.