Tarla, Santa Monte kasabasındaydı. Kasaba turistik haritalarda görülmüyordu ama yine de belirli bir grup insanı kendine çekiyordu: fakir astrologlar, başarısız botanikçiler, müstakbel sanatçılar, pastoral şairler, amatör gizem avcıları... Tarlada kimsenin nasıl açıklayacağını bilemediği tuhaf bir şey vardı: ayçiçekleri diğer tarlalarda olduğu gibi büyüyordu ama güneşi takip etmiyorlardı. Aksine, onu görmezden geliyor gibiydiler. Sabahları ışık canlarını yakıyormuş gibi eğiliyorlar, akşamları ise bulutların arkasına da saklansa aya doğru bakıyorlardı.
Bu gizem ilk başlarda Marta ve Ramon için çok da önemli görünmüyordu. Onlar için ayçiçekleri ve onların güneşe karşı sessiz isyanı anlamsızdı; sadece bulundukları yerin tuhaflığını daha da belirgin hale getiren bir vakaydı. Yavaş yavaş tarla ve içindeki çiçekler onları yutmaya başladı. Bu bölgeyi anlamak için gereğinden fazla çaba sarf etmenin bir tuzak, kimsenin kabul etmemesi gereken bir davet olduğu söylenirdi. Kimse bunu açıkça dile getirmezdi ama kasabanın fısıltı gazetesinin manşeti hep bu konuydu. Bu gizemi saplantı haline getirenlerin sonunda kayıplara karıştığı, tıpkı gün doğumunda ayın kaybolması gibi yitip gittiği söyleniyordu.
Marta bir Temmuz günü, kırık bavulu ve devasa bir üzüntüyü yansıtan bakışlarıyla çıkageldi. Teyzesi Laura hiçbir şey sormadan onu yanına aldı, ona göre kaybolmak üzere olan birine yardım etmenin en iyi yolu sessiz kalmaktı. Laura seksenli yaşlarına ulaşmıştı, günleri sayıyordu ve artık yaşama inancı tükenmişti. Hassasiyetle tespih çekiyor, ağzından dökülen Ave Maria ve Salve duaları etrafında yıkılmakta olan dünyaya, bu tuhaf ve karanlık mekâna karşı aklını koruyan bir kalkana dönüşüyordu.
Ramon daha sonra geldi kasabaya. Yıpranmış turuncu defteri, kelimeler gördüklerini ya da hissettiklerini anlatmaya yetmiyormuş gibi her zaman yarım bıraktığı cümleleri, yanından hiç ayırmadığı kayıt cihazı ve “Gizem Dünyası” kitabının yıpranmış bir baskısıyla ortalıkta dolanıp dururdu. Bu tarlanın bir bilmece, dünyanın işleyiş mantığında açılmış bir gedik olduğunu, ayçiçeklerinin başka bir varlığa dönüştüğünü söylüyordu. “Bunlar çiçek değil, gizli bir sırrın taşıyıcıları. Çok az insanın anlamaya hazır olduğu bir alamet.”
Marta ve Ramon, kasabada huzur bulmadıkları konusunda hemfikirdi. Huzurlu olmadığı yerde mecburiyetten duran insanların zamanla kazandığı kayıtsızlık duygusu bu iki yabancıyı birbirine yaklaştırmıştı.Akşam serinliği çöktüğünde tarlanın yakınında buluşuyorlardı. Marta’nın elinde bir termos soğuk kahve ve asla bitiremediği bir paket vanilyalı bisküvi, Ramon’un elinde ise kayıt cihazı ve sayfaları koparılıp yeniden içine tıkılmış turuncu defteri olurdu. Marta gergin olduğunda dudağını ısırır, Ramon’un dikkatsizce yere saçtığı sayfaları toplar, Ramon hiç ara vermeden sigara içer ve Marta ne zaman bir soru sorsa, daha zor bir soruyla cevap verirdi. Fazla konuşmuyorlardı ama birlikte geçirdikleri zamanın tuhaf bir ritmi, sadece kendilerinin duyduğu sessiz bir müziği vardı.
Laura’nın mutfağında yenilen akşam yemekleri yetersiz ve sadeydi: bayat ekmek, ucuz peynir ve tadı reçelden başka her şeye benzeyen ama aynı zamanda hiçbir şeye benzemeyen bir reçel. Yemeklerden sonra Laura kilere girer, bir süre gürültüyle ortalığı karıştırır ve elinde tozlanmış, içini göstermeyecek kadar siyah bir şişeyle çıkardı. Manastır rahibelerinin giydiğine benzeyen upuzun eteğiyle şişenin tozunu temizler “kuzeydeki bağlardan geldi, Jose getirdi bunları. Zavallıcık, atı uçuruma atlayınca vefat eden Jose var ya, hah işte o!” diyerek şişeyi masaya bırakır ve odasına tespih çekip dua etmeye giderdi. Ne Marta’nın ne de Ramon’un Jose diye birinden haberi vardı. Onu hiç görmedikleri gibi adını da sadece Laura Teyze’den duyarlardı. Kasabada öyle biri yaşamıyordu. Buna rağmen ikisi de bu garip şişelerdeki harika şaraplar için Jose’ye müteşekkirdi.
Şarabı içerken mutfak masasına yan yana oturur saatlerce tarlayı izlerlerdi. Çiçeklerin hep birlikte, bir ordu disipliniyle kafalarını gökyüzüne çevirmelerini ve ayın gittiği yöne doğru boyunlarını kıvırarak hareket etmelerini bir dans gösterisiymiş gibi hayranlıkla takip ederlerdi. Gün ağarmaya başlayınca onların da başları çiçeklerle birlikte yere doğru eğilirdi. Dinsel bir ritüele benzeyen bu izlence bitince Ramon gördüklerini not almaya başlardı. Not alırken kısık sesle plak çalmayı adet edinmişti; şehirden getirdiği plaklardan belli belirsiz bir caz müziği ya da bazen arka plandaki gürültüde kaybolan bir kadın sesi yayılırdı. Marta hiçbir şey söylemez, bazen şarkıcının anlaşılmaz sözcükleri takip etmeye çalışır, bazen de zar zor duyulabilen bir şeyler mırıldanırdı. Ramon gidince de kâğıtları titizlikle katlar, bir çekmeceye kaldırırdı.
Laura’da toplanmadıkları gecelerde Marta defterine notlar alırdı.
"Güneş yakar, ay ise dinler".
"Çiçekler ışığı değil, unutulmayı arıyor."
Ramon ise ayabakan çiçeklerinin saplarının arasından geçen rüzgârı, gecenin çıkardığı zar zor duyulabilen sesleri kaydetmeye çalışırdı. Ona göre Ayabakanlar geceleri konuşuyor olmalıydı ve rüzgar onların bu fısıldayışlarını alıp kayıt cihazına taşımalıydı. Günün birinde bu kayıtlardan birini dinlerken çiçeklerin ne konuştuğunu duymayı ve onların neden güneşi terk edip ayı seçtiğini öğrenmeyi umuyordu. Tarlanın yakınında bir yere, rüzgarın geliş yönünü hesaplayıp oturur, kayıt cihazını saatlerce işletir sonra eve döner ve kayıtları heyecanla dinlerdi. Rüzgârdan başka bir ses duyamadığındaysa bir sonraki gece şansının yaver gideceğini umarak yatağına uzanırdı. Ertesi sabah kayıtları Marta’ya da dinletir, kendisinin atladığı bir yer olup olmadığını kontrol ettirirdi. Marta tarlanın sırrının kayıt cihazıyla çözülmesinin mümkün olmayacağını, makinelerin duygusuz olduğunu ve çiçeklerin ne söylediğini duymalarına imkan olmadığını savunurdu. Ona göre yapılması gereken gece olunca tarlanın tam ortasına gidip uzanmak, bir Ayabakan’a dönüşerek ayı takip etmekti.
Bu tezini ispat etmek isteyen Marta bir gece tarlaya girdi ve kayboldu.
Onu en son gören Ramon oldu, tarlanın ortasına doğru yürüyordu. Durup başını aya çevirdiğini ve sonra da ayabakanların arasında kaybolduğunu gördü. Saatlerce kıpırdamadan, bağırmadan bekledi. Ertesi gün hiçbir şey söylemedi. Marta’yı arayanların arasına katılmadı. Masasına oturdu ve mavi mürekkeple bir kâğıdın üzerine “Aya eşlik etmeye gitti” yazdı.
Ramon’un zaten tekin olmayan davranışları kısa sürede iyiden iyiye değişti. Sesi gerginleşti, gözleri parlaklığını yitirdi. Kasabanın değişik yerlerinde mavi mürekkeple yazılmış notlar bulunmaya başladı.
"Ayçiçekleri kendilerini yakan ışığı istemiyor"
"Marta gecede yaşamak için güneşin sınırlarını aştı”
“Marta gece oldu”
Bu notların orada burada görüldüğü günlerde, kasabadan biri Ramon’u tarlanın yakınında gördüğünü, sanki Marta’yla karşılıklı sohbet ediyormuş gibi fısıltıyla konuştuğunu, ancak etrafta kimseciklerin bulunmadığını iddia etti. Başka bir kasabalı, bir gece kadın çığlıkları duyduğunu, ancak bunların tarladan mı yoksa gaipten mi geldiğini bir türlü anlayamadığını, o gece şarabi biraz fazla kaçırmış olduğunu söyledi. Bir başkası Marta’yı kaybolduğu gece Ramon’la birlikte tarlaya doğru yürürken gördüğünü belirtip “hiç tekin biri değil” diye ekledi.
Diğer kasabalılar bu söylenenlerin karşısında sessiz kaldılar. Eğer bu kadar önemli bir konu varken kasabalı sessiz kalıyor, açıktan bir şey söylemiyorsa bilin ki gizliden gizliye hep o konuyu konuşuyordur. Su başlarında üç beş kadın, ağaç altlarında, bağ evlerinde üç- beş erkek bir araya geldiğinde Marta’nın başına gelenler hakkında kulaktan dolma ya da tamamen uydurma hikayeler anlatılıyordu.
“Kimseye söylemeyin ama ben aslında olanları gördüm, Marta aya doğru yükselerek gök yüzünde kayboldu. Bir azize değilse kesin bir şeytandı”
“Öyle deği, bence Ramon onu öldürdü ve tarlaya gömdü.”
“Kaybolduğu falan yok, gece olunca eve gelip gizli gizli Ramon’la buluşurlarmış.”
Yazın sonlarına doğru hem dedikodular hem de pencerelere, kapı önlerine bırakılan notlar artmaya başladı.
“Güneş sizi kavurur, ay sizi serinletir”
“Ayın karanlıkta kalan kısmında mutlu yaşayan insanların diyarı var”
“Çocuklarınızı aya verin”
“Kaybolmak, kurtulmaya başlamaktır”
“Bir gün hepiniz bir yerlerde kaybolup gideceksiniz”
Kasabada herkes bu notları kimin yazıp oraya buraya bıraktığını biliyordu. Marta gittikten sonra Ramon’un delirdiğini düşünüyor ve “deliye bulaşılmaz” diyerek ona ilişmiyorlardı. Biraz da korkmaya başlamışlardı. Çocuklarını ayabakan tarlasına yaklaşmamaları gerektiği konusunda sıkı sıkı tembihleyip, belediye başkanına tarlanın etrafının acilen çitle çevrilmesini isteyen dilekçeler yazdılar. Ramon’la selamı sabahı da kestiler. Neyse ki bir süre sonra sorun çözüldü ve notlar gelmemeye başladı.
Zira Ramon da, tıpkı Marta gibi, ortadan kayboldu.
Bazıları onu tarlanın yakınlarında dolaşırken gördüklerini, tarlanın içine girerek gözden kaybolduğunu, bazıları ise hiçbir şey söylemeden çekip gitmiş
olduğunu söyledi. Başkaları, Marta’nın yokluğuna dayanamadığına, bazıları da tarlanın onu da tuzağa düşürdüğüne inanıyordu. Kasabanın yaşlıları, ayabakan çiçeklerinin gizemini takıntı haline getirenlerin gecenin içinde eriyip gittiklerini ve Marta ile Ramon’un da başına bunun geldiğini iddia ediyor sonra ne olur ne olmaz diye “Ave Maria Purisima” duasını okuyup istavroz çıkarıyorlardı.
Ramon’un kaybolmasının ardından, Laura kasabadan taşındı, tarlanın etrafı tahta çitlerle çevrildi. Kasabalılar hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam ettiler.
Birkaç yıl sonra Luis Pinada adında bir gazeteci olayı araştırmak için kasabaya geldi. Konuşabileceği herkesle konuştu ama kimseden aklı başında bir bilgi alamadı. Tarlanın normal olduğunu, anlatılanların yalandan başka bir şey olmadığını söyleyen de vardı, hala korktuklarını, geceleri tarladan sesler geldiğini fısıldayan da. Tarlanın etrafındaki tahta çitler bakımsızlıktan çürümüş, kırılmış ve etrafa saçılmıştı.
Ama ayabakanlar hala oradaydı. Luis Pinada’nın çektiği fotoğraflar en az kasabalıların röportajları gibi anlaşılmaz ve silikti. Fotoğraflarda orada olmaması gereken figürler var gibiydi ama tam olarak ne oldukları seçilemiyordu. Laboratuar analizlerinden de herhangi bir sonuç çıkmayınca, Pineda hikayeyi yayınlamaktan vazgeçti. Birkaç ay sonra da absürt bir trafik kazasında hayatını kaybetti.
Ayabakanlar hala oradalar. Hareketsiz, sessiz dururlar. Dolunay olduğunda kendi aralarında gülüşür gibi dalgalanıp dururlar.
Belki de berrak bir gecede biri yanlarına yaklaşsa, nefesini tutarak kulak kesilse, ayla yaptıkları gizli anlaşmanın ne olduğunu duyacaktır.
İşte bütün hikaye bundan ibaret.
-Gaziantep, Temmuz 2025-