İspanyolca ile ilgili bir çok şey

Peronizm'den Rüyalara - Cortazar'ın İşgal Edilen Ev'i (öykü incelemesi)

Julio Cortazar, kuşkusuz Latin Amerika Boom hareketinin en önemli temsilcilerinden biri. Öykülerini okurken büyük keyif aldığım yazarın “İşgal Edilen Ev” isimli öyküsünü çevirip blogda paylaşmıştım. Okumak isteyenler buraya tıklayabilir. Bu yazıda İşgal edilen ev hakkında biraz konuşmak istiyorum. Her okuyanın farklı anlamlar çıkarabileceğinden emin olduğum için genel geçer bir yorum yerine öznel bir yorum olacak zira “herkes benim anladığım gibi anlamalı ya da hiç anlamamalı” mantelitesi, hele ki söz konusu edebiyat olduğunda, temelsiz kalmaya mahkumdur. 

Bir röportajında Cortazar’a bu öyküsü hakkında soru sorulur. Öykünün Peronizm’e bir gönderme olup olmadığı, insanların öyküyü bu şekilde yorumladığı söylendiğinde Julio şu yanıtı verir: “İşgal edilen ev'i rüyamda gördüm. Daha doğrusu bir kabustu. Kabus ile öykü arasındaki tek fark, kabusta yalnız olmamdı. Tam olarak hikayede anlatılan evdeydim, detayları çok net görüyordum. Mutfağın yanından sesler duydum ve kapıyı kapatıp geriye doğru gittim... korkunç bir sesti. Elimden geldiğince kendimi savunuyordum, kapıları kapatıp evin içinde geriye doğru gidiyordum. Diğer taraftaki tehdidi durdurmak için kapıdaki tüm sürgüleri sürüyordum. Sonra bir dakikalığına olayların sakinleştiğini hissediyordum, sanki kabus tekrar huzurlu bir rüyaya dönüşüyor gibiydi. Ama sonra kapının bu tarafında korku hissi yeniden başlıyordu... Yaz mevsiminin ortasındaydık. Kabusun etkisiyle sırılsıklam uyandım; sabah olmuştu, kalktım, daktilo yatak odamdaydı. O sabah öyküyü bir oturuşta yazdım. Ben öyküyü yazarken kafamda Peronizm'in alegorisini yapmak gibi bir fikir yoktu. Hatta bu yöndeki yorumları okuduğumda şaşırmıştım

Dali’nin gördüğü garip rüyaları derleyip, Buñuel’le işbirliği yaparak “Bir Endelüs Köpeği” filmini çekmesi geldi aklıma. Ardından da ister istemez Jung’un rüyalarla ilgili çalışmaları. Aslında bu yönde bir şeyler yazmak da keyifli olabilirdi zira sadece Dali ve Buñuel'le sınırlı bir olgu değil. Yüzlerce sanatçı, bilim adamı eserlerini rüyalarında gördüklerini ve rüyaları sayesinde ürettiklerini iddia etmiştir. Mary Shelley "Frankenstein" kitabını, Beatles grubundan Paul Mccartney "Yesterday" şarkısını rüyalarından esinlenerek ürettiğini belirtmiş, hatta Mendelev "periyodik cetveli" rüyada gördüğünü, rüyasında bütün elementlerin cetvel üzerine müntazam bir şekilde dökülerek tam da bulunmaları gerektiği yere indiğini söylemiştir - ki bence Mendelev sağlam sallıyor-. Biz yine de planımızı bozmayalım ve öykü hakkında konuşmaya devam edelim.


Bir ev düşünün, aileden miras kalmış, anılarla dolu geniş bir ev. İçinde biri kadın biri erkek iki kişi yaşar. Dünyayla sınırlı iletişimleri var. Günlerini evin işlerini yaparak geçirir ve kalan zamanlarında kadın örgü örer, erkek de kitap, gazete okur. Cumartesi günleri de kardeşine örgü ipi kendisine avrupa mecmuaları almak için şehre iner.

Cumartesileri yün almak için şehre inerdim; İrene benim zevkime güvenir, seçtiğim renkleri beğenirdi... Ben de bu fırsattan yararlanarak kitapçıları dolanır, Fransız edebiyatında herhangi bir yenilik var mı diye fuzuli sorular sorardım. 1939’dan beri Arjantin’e kayda değer hiçbir şey gelmemişti.

Bu kısımdan öykünün 1939 yılından sonraki bir zaman dilimini anlattığını görürüz. Öyküde zamana ilişkin başka bir ipucu yok. Fransız edebiyatından herhangi bir yeni eserin gelmemesi de muhtelemen İkinci Dünya Savaşı’nın sebep olduğu karmaşyla ilgili. Anlatıcı kendinden çok İrene’yi ve evi öne çıkarır.

"Ben size evden bahsetmek istiyorum, evden ve Irene’den, zira benim bir önemim yok.. İrene, bu dünyaya kimseyi rahatsız etmemek koşuluyla gelmiş gibiydi. Sabah rutinini tamamladıktan sonra günün geri kalanını yatak odasındaki sofanın üzerinde örgüyle uğraşarak geçirirdi"

Bu rutinleri bir gün, evin arka taraflarında bir ses duymalarıyla değişir.

"mate yapmak için çaydanlığın altını yakmaya gidiyordum...yemek odasından ya da kütüphaneden gelen bir ses duydum. Halıya devrilen bir sandalye ya da bir konuşmanın bastırılmış fısıltısı gibi belirsiz ve boğuktu. Aynı anda ya da bir saniye sonra, yine o kısımdan, kapıya giden koridorun sonundan gelen sesi de duydum. Çok geç olmadan ileriye atıldım, vücudumu yaslayarak kapıyı kapattım..."

Evin içinde gelişen olaylar ve zaten garip olan karakterlerin iyiden iyiye tuhaflaşması bu andan itibaren başlar. Zira karakter kapıyı kapatıp, kilitledikten ve evin arka kısmıyla olan bütün bağlantıyı bu şekilde sonlandırdıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi mutfağa gidip çaydanlığın altını yakar ve içeriye gidip durumu İrene’ye anlatır.

geri döndüğümde İrene'ye “Koridorun kapısını kapatmam gerekti. Arka tarafı ele geçirdiler” dedim. Elindeki örgüyü bıraktı ve yorgun gözleriyle bana baktı. —Emin misin? Başımı salladım. —Öyleyse —dedi şişleri yerden alırken— bu kısımda yaşamamız gerekecek.

Bu diyalogdan anladığımız kadarıyla karakterler evi yavaş yavaş işgal edenlerin ne olduğunu veya kim olduğunu bilmektedir. Hatta evin arka kısmını ele geçirmek de işgalcilerin ilk eylemi olmamalı ama daha önceki eylemleri hakkında hikayede bir bilgi yoktur.

Karakterler evin bir kısmını kaybetmelerine rağmen, evin işgal edilen tarafında bulunan eşyalarından vazgeçerek yaşamlarına kaldıkları yerden devam ederler, hatta okuyucu için ürkütücü gelen bu durumun bazı iyi tarafları olduğunu bile düşünür ve gündelik rutinlerini bu yeni duruma göre organize etmeye başlarlar.

Aradığımız şey, evin diğer tarafında kaldığı için artık bulamayacağımız eşyalardan biri daha oluyordu. İyi yanları da vardı bu durumun. Mesela temizlik çok kolaylaşmıştı. Geç saatte - diyelim ki saat dokuz buçukta- uyansak bile on bir olmadan işimizi bitirip kollarımızı kavuşturmuş oluyorduk. İrene benimle birlikte mutfağa girmeye başladı, öğle yemeğini hazırlarken bana yardımcı oluyordu. İyice düşündük ve karar aldık: ben öğle yemeği hazırlarken o akşam için soğuk yenebilecek yemekler hazırlayacaktı

Bir tarafı işgal edilmiş evde bu yeniden organize edilen yaşam tarzına alışır ve bir süre sonra işgalden önceki gibi bir ruh haliyle yaşamaya devam ederler.

İyiydik ve yavaş yavaş düşünmemeye başladık. Düşünmeden yaşayabiliyor insan.   

İşgal eden varlıklar her neyse onların  yeni yaşamlarına alışmasına izin verir. Onlar da işgal edilen taraftan gelebilecek rahatsız edici sesleri duymamak için ellerinden geleni yaparlar.

 ...Gündüz evdeki gündelik sesler, örgü iğnelerinin metalik sürtünmesi, pul albümünün sayfalarının dönerken çıkardığı hışırtı hüküm sürüyordu. Ele geçirilen kısmın yakınında bulunan mutfağa ve banyoya gittiğimizde yüksek sesle konuşurduk ya da İrene ninniler söylerdi. Mutfakta başka seslerin araya girmesine izin vermeyecek kadar çok çanak çömlek ve bardak şangırtısı olurdu. Orada sessizliğe nadiren izin verirdik...”

Camus’nun Yabancı romanındaki Meursault'u anımsatan bir umursamazlık var karekterlerde. Evlerinin belirli bir bölümünü kaybetmelerine, ellerinde kalan bölümde de rahatsız edilmelerine rağmen hayatlarını olabildiğinde sürdürmeye yönelik bir çaba. Öykünün sonunda bu umursamazlığın, eylemsizliğin ve korkunun kaçınılmaz sonu olarak kalan kısımda ellerinden alınır.

"Bir gece susadığımı hissettim ve yatmadan önce Irene'ye mutfağa gidip kendime bir bardak su dolduracağımı söyledim. Yatak odasının kapısındaydım -o örgüsünü örüyordu- mutfaktan gelen bir sesi duydum; mutfaktan ya da banyodan geliyor olabilirdi, koridorun kıvrımı sesi boğuyordu. Aniden durmama şaşıran İrene tek kelime etmeden yanıma geldi.  Sesleri dinlemeye koyulduk, seslerin meşe kapının bu tarafında, mutfak veya banyoda hatta koridorun kıvrımında, yani neredeyse yanımızda olduğunu açıkça fark ettik. Birbirimize bakmaya bile vakit bulamadık. İrene'nin kolunu tuttuğum gibi arkama bakmadan koşmaya başladım. Arkamızdan gelen sesler daha boğuk olmalarına rağmen sürekli büyüyordu. Kapıyı kapattım, antrede durmuştuk.  Artık hiçbir şey duymuyorduk. –Bu kısmı aldılar, dedi İrene"

Bir süre antrede duran kahramanlar üzerlerinde elbiselerden başka hiçbir şeyleri kalmadığını anlar. Evin kapısını dışardan kilitleyerek anahtarı kanalizasyona atarlar. Öykü burada son bulur.

Cortazar’ın yazdığı kısa öyküler genellikle açık uçlu veya entelektüel tayfanın plot twist tabir ettiği, futbol fanatiklerinin anlayacağı dilden söylemek gerekirse ters köşe yaparak biter. Bunun en güzel örneğini “Yüzüstü Geçen Gece” ve “Parkların Sürekliliği” öykülerinde bu durumun en güzel örneklerini görebiliriz. Cortazar’ın tarzına alışık olan okuyucuların öykünün sonuna doğru bir ters köşe beklediğine eminim, en azından ben bekledim. Yazarın bu öyküyü ters köşe bir finalle sonlandırmamış olması bence başlı başına bir ters köşedir. Bu durumu kendisine sorsaydık herhalde sigarasından bir nefes çekip viskisine uzanırken söze başlar ve “Yazarlık, benim güzel dostum, habercilik değildir. 5N 1K bir öykünün  içinde açıklandığında o yazı artık bir öykü değil, haber metni olur” derdi.

Öykünün sonunda okuyucunun aklında “kim, ne, neden” soruları askıda kalıyor. Tam da bu askıda kalma durumu sayesinde yukarıda da bahsettiğim gibi öykünün peronizmin eleştirisine kadar uzanan farklı yorumları ortaya çıkabiliyor.

Biz öyküyü iki farklı okumadan yorumlayarak yazıyı sonlandıralım.

1. 1946 ve 1955 yılları arasında Arjantin’de hüküm süren popülist ve milliyetçi  Peron iktidarına yönelik bir alegori olduğu düşüncesinden yola çıktığımızda işgal edilen evi hayatlarımız, görünmeyen işgalcileri yöneticiler  ve evin her bir bölümünü kaybetmesine rağmen çaresiz bir şekilde elinde kalanla yetinerek hayatına devam eden karakterleri de halk olarak yorumlayabiliriz. Bu okuma, Peronizme uyduğu kadar günümüz dünyasının bazı ülkelerine ve halkın kendi faydasına olmayan, aksine hayatını daraltan politik uygulamalara karşı tepkisiz kalmasına da bire bir uymaktadır. Hangi ülke olduğunu söylemedim. Siz hangi ülke zannettiniz ki?

2. Yaprak Dökümü’nün Hayriye’sine özenip “aman ağzımızın tadı bozulmasın” düsturuyla (tıpkı anlatıcı ve İrene gibi) yaşayanlar ve politik okumadan uzak durmak isteyenler için bunu bir hastalık olarak da düşünebiliriz. Sağ koluna ağrı giren bir insanın bu duruma müdahale edip doktora gitmek yerine “aman o zaman sağ kolu kullanmam, sol kolumla  görürüm işlerimi” demesi, bir süre sağ kolda takılan hastalığın zamanla yayılarak sağ ayağa, sol ayağa ve oradan yukarı çıkarak sol kola ulaşması ve sonunda bu umursamazlık içinde bütün bedeni ele geçirmesi ve ruhumuzun (tıpkı anlatıcı ve irene gibi) başka çare kalmadığını gördüğünde evi (yani bedeni ) terkederek anahtarı kanalizasyon yerine çukura atması da öykümüzü anlamlı kılacak bir okuma olabilir.

Kısacası olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

Sonraki yazıda görüşürüz.

0 yorum:

Yorum Gönder

Acción Poética

Acción Poética

Joyas de America Latina

Joyas de America Latina
santiago Roncagliolo