İspanyolca ile ilgili bir çok şey

Öyküler I - Dragan Gorbaçov

 

İnsan kendini bazen bir şekilde bir yerlerde bulabiliyor ve bulunduğu yere onu getiren olaylar silsilesini gözden geçirirken “mantığım neredeydi acaba” sorusunu kendine sorabiliyor.

Buraya otur, yoldaş” buyruğuna uyarak oturduğum sandalyede etrafa bakarken tam da bu duyguyu yaşıyordum. Tedirginliğim biraz olsun azalsın diye odayı kesmeye başladım.

Sağ tarafımda, ışığını yaymak için çok çaba gösterdiği belli olan, eskimişliğin tarifi zor ama görenin “evet, bu eşya eski” diye anında teşhis koymasını sağlayan rengini almış bir lambader, karşımdaki duvarda Tito’yu haşin bakışlarıyla sigara içerken gösteren bir poster ve Tito’nun baktığı tarafta asılı, siyah beyaz bir kadın fotoğrafı, solda duvara kadar uzanan, tedirginliğimi artırmaktan başka bir işe yaramayan boşluk, tam arkamda sandalyeyi yaslamaya çalışır çalışmaz sırtımın acımasına neden olan duvar ve karşımda titreyen elleriyle, gözlüğünün üzerinden bakarak enjektörün ucunu flakona geçirmeye çalışan Dragan.

Cemil abi var, mahallenin eskilerinden. Durağın karşısındaki çay bahçesinde akşama kadar oturup gelen geçene laf atar, gençleri etrafına toplayıp bol keseden sallar durur. Biraz gel git akıllıdır ama eli kolu uzun, tanıdığı çoktur. Kimin bir şeye ihtiyacı olsa, kim “şuradan şunu alacam, buradan bu ustayı çağırıp falanca işi yaptıracam” dese hemen sağ avucunu nazi selamı verir gibi yukarı kaldırır ve nutuk atmaya başlar: “dur orda paşam, senin baban zengin mi? Bu işi sen kime yaptıracaksın biliyor musun? Şey var bizim…. şeyde işte –hafızası beş altı yıldır gidip gelir böyle, bir türlü ikna edemedik onu bunamaya başladığına- ya işte şeyde olum ya hani…”

Tavsiye ettiği kişiler genelde sorunlu çıkar, musluğunu yaptıranın musluğu birkaç ay sonra mutlaka damlatır, damını sıvatanın damı akar, ayakkabısını yamatanın yağmurlu havalarda ayağı sırılsıklam olurdu. Ama Allah var, onun tavsiye ettiği yerden ucuzunu, işi yapmaya gönüllü ve tez canlı olanı da bulamazdık.

Hiçbir ağrı birden bire başlamaz. Önce küçük sinyaller gönderir, ertelenir veya paliatif çözümlerle bastırılır. Hissedilmese de her zaman oradadır, zamanını kollar ve bir gün gelir hiç beklemediğiniz bir anda saldırıya geçerek sizi alaşağı eder. İnsan olmanın “ben her şeyle başa çıkabilirim” cümlesinde kendini bulan kibrini bir tarafa bırakıp, yardıma ihtiyacınız olduğunu kabullendiğinizde kalkar doktora gidersiniz.

Ben de öyle yaptım ve birkaç ayda bir saldırıya geçen ve beni apranax'tan, dolorex'e, majezik'ten minoset'e, arvales'ten parol'e bilcümle ağrı kesicinin müptezeli yapan diş ağrımı çözmek için doktora gitmeye karar verdim.

Durağın oraya gidip de Cemil abi’ye yakalanmamak ne mümkün! Dişçiye gittiğimi anlatınca hemen nazi selamına durdu. “Senin klinik paralarından haberin var mı paşam, gömü buldun bir yerlerden de bizim mi haberimiz yok? Sen şeye gideceksin, hani şeyde yaşıyor. Hem sizinkilerden. Otur otur, ben şimdi onu ararım.”

Durağa devam etmek yerine masaya oturmamın üç nedeni vardı; birincisi param muhtemelen kliniğe yetmeyecekti. İkincisi mahallemizin abisini kırmak istemiyordum. Üçüncüsü, belki de en önemlisi, “sizinkiler” derken neyi kastettiğini merak ediyordum.

Çay geldi - acıdan içemedim- Cemil abi, Dragan’ın hikayesini anlatmaya başladı –acıdan pek dinleyemedim-. Yugoslavya dağılırken savaştan kaçıp gelmiş. Savaş sırasında diş hekimliği okuyormuş, okulunu bitirememiş ama olsunmuş zaten okulu bıraktığında son sınıftaymış, gereken her şeyi öğrenmiş, üstelik kaçak göçek de olsa yıllardır burada dişçilik yapıyormuş. Param cebimde kalsınmış, benim babam Karun’muymuş da acaba haberi mi yokmuş…

Yugoslavya lafını duyunca “sizinkiler” derken neyi kastettiğini anlamıştım. Dişimin ağrısını bir süreliğine unutup, Yugoslavya’ya karşı beslediğim büyük ve bir o kadar da anlamsız sevgimi bildiği halde bugüne kadar bana doktordan neden bahsetmemiş olacağını düşündüm. “Bunamak böyle bir şey demek ki” diye geçiştirdim. Diş ağrım yine baskın gelince bir elimi yanağıma götürüp diğer elimle Cemil abiye telefon işareti yaptım. Anladı. Rehberi karıştırdıktan sonra aradı. “Doktor? Nerdesin? Ne? Lokantaya mı gittin? Ne tatlısı… tatlı yeme, kaç paradır şimdi. Eski huyların tuttu banka soydun da bize mi söylemedin? Bak sana işimiz düştü… Durağın oraya…. Tamam.”

Dragan on dakika sonra geldi. Dedim ya, hiçbir esnaf Cemil abinin tanıdığı esnaflar kadar tez canlı değildi. Altmışlı yaşlarındaydı. Tepesi dökülmüş ve yanları tamamen ağarmış saçları ve gözlüğüyle Gorbaçov’u andırıyordu. “Sovyetler birliği başkanına benzeyen, Yugoslav uyruklu kaçak diş doktoru” cümlesi aklımdan geçince olayın absürtlüğüne takıldım. Bu kadar absürtlük yetmezmiş gibi Dragan Gorbaçov ayağa kalktı, “göster, bakayım bir durum nedir” diyerek tepeme dikildi. Taburede oturarak kafamı kaldırıp ağzımı açabildiğim kadar açtım. Gözlüklerini ikide bir takıp çıkararak ağzımın içini bir süre ciddiyetle teftiş etti. Sonra taburesine oturdu. Etrafa bakındım, diğer masalarda oturanlar oralı bile değildi. Dünyanın benim etrafımda dönmüyor olmasına üzülerek fakat içinde bulunduğum saçma durumu kimsenin takmıyor olmasıyla teselli bularak, “nedir?” diye sordum. “Kötü, yoldaş” dedi “çıkartmamız gerekiyor. İlacım bitti, yarın akşama kadar dayanabilirsen yazıhaneye gel, halledelim.” Dayanabileceğimi söyleyip ertesi gün akşam onun evinde buluşmak üzere sözleştik.

Doktoru gördüğümden midir bilinmez ağrım geçmişti. Saatlerce oturup Yugoslavya’dan, Sovyetler birliğiyle uyuşmazlıklardan, Tito’dan, Partizanlardan, Bağlantısızlar Hareketinden konuştuk. O gece eve döndüğümde yeniden başlayan ağrıma aldırmadan birkaç cümle öğrendim. Mesela onların dilinde “Zivio Titooooo” Yaşasın Tito demekmiş. “Smrt faşizmu” Kahrolsun faşizm, “Sloboda narodu” Halka hürriyet, demekmiş. Bunları bir güzel ezberledim, böylelikle diş randevum sırasında doktora kendi dilinde bir şeyler söyleyerek incelik yapacak, çok sevdiğim ve yarın beni diş ağrımdan kurtaracak olan Yugoslav halklarına kültürel manada bir teşekkür sunmuş olacaktım.

Hiçbir tedirginlik, hiçbir kaygı birden bire oluşmaz. Yıllarca birikenler geri planda işler ve orada olduğunu bile bilmediğin bir çukurun içine düşüverirsin. Veya bir gün dişin ağrır, durakta Cemil abiye rastlarsın ve ertesi gün rahatsız bir sandalyenin üzerinde, ellerinin titrediğini fark ettiğin bir doktorun karşısında, etrafı keserken bulursun kendini.

Doktor sonunda enjektörün ucunu uyuşturucu ilacın flakonuna soktu ve ilacı topladı. Ağzımı kocaman açmamı söyleyip ilacı uyguladı. “Bekleyeceğiz” diyerek kanepenin üzerine oturdu ve gözünü duvardaki kadın resmine dikti.

Dişçi koltuğuyla uzaktan yakından ilgili olmayan bu sandalye, diş kliniklerindeki hareketli lambaların yerini tutmakla görevlendirildiği için dibime kadar yaklaştırılan bu lambader, elleri titreyen bu doktor, dakikalar geçmesine rağmen dişimi uyuşturamayan o ilaç… her şey ama her şey tekinsizdi. Dragan’a baktım. Fotoğrafa dalıp gitmişti. Belki de orada olduğumu bile unutmuştu. Şimdi ayağa kalksam, hiçbir şey söylemeden kapıdan çıkıp gitsem haberi bile olmayacaktı. “Adı neydi?” diye sordum. İrkildi, “sen de nereden çıktın” dercesine bana baktı. “eee Radmila, adı Radmila’ydı” diye kekeledi. Ben Radmila’ya ne olduğunu, savaş sırasında mı yoksa buraya geldikten sonra mı öldüğünü düşünürken doktor kendinden emin bir şekilde ayağa kalktı ve “Ağzını aç” diye emretti.

Öz güvenli hareketlerinden cesaret bularak ağzımı açıp kafamı kaldırdım. Lambader gözümü alıyor, kerpeteni ağzıma sokan ve arada bir gözlüğünü düzelterek manevralar yapmaya başlayan doktorun yüzünü görmemi engelliyordu. Etrafımda olan biteni takip etmeye alışkın olan ve çevresel farkındalığı yüksek olmakla övünen bünyem, doktorun mimiklerine bakarak işlemin nasıl gittiğini takip edemeyeceğimi fark ettiğim anda sarsılmaya başladı. Olay o andan itibaren kontrolümden çıkmıştı.

Hiçbir ağrı mutlak değildir. “Ağrının en yükseğini deneyimledim bunun ötesi yoktur, olsa da ona kimse dayanamaz zaten” derken daha büyük ağrılar deneyimler, kimsenin baş edemeyeceğini düşündüğü o ağrıyla bizzat kendi baş edebilir insan. Matematikte her sayının bir fazlası, hayatta her ağrının bir üst boyuta var.

Kerpeten dişime değdiğinde ve uyuşturucu ilacın hiç bir işe yaramadığını anladığımda o boyuta ulaştım. Doktor kafamı sıkıca tutuyor, hiçbir şey söylemeden kerpeteni oraya buraya işletiyordu. Biraz dirayetlenirim ve olan biten hakkında fikir sahibi olabilirim diye başımı güçlükle lambaderden uzaklaştırarak doktoru, Radmila’yı ve Tito’yu seçebileceğim pozisyona getirdim. Doktorun gözlüğü burnunun ucuna kadar kaymıştı. Alnı terlemişti. Biraz önceki öz güvenli hali yoktu, bir şeyler yapabilmek için çabalıyordu. Tito ve Radmila olan biteni izlemek için bakışlarını bize çevirmişlerdi. Ağrıdan bayılmak üzereydim.

Canım acıyor, Doktor” demek istedim ama ağzımın içinde dün gece öğrendiğim kelimeleri gevelemeye başladım. Doktor ters bir hareket yaparak kerpeteni tam ağrıyan yere vurdu, "Zivio Titooooo" diye bağırdım, kerpetini ağrıyan dişimin etrafındaki diş etlerine bastırarak dişime kilitledi “smrt faşizmuuuuu”, kavradığı dişin kökünü sağa sola oynatmaya başladı “sloboda naroduuuuuu”, damağımın altından kütürdemeler başladığını hissettim, doktorun gözlüğü yere düştü, kerpetini iki eliyle kavrayıp ayağını sandalyeye dayadı. Hırs yapmıştı, kendini geriye doğru çekerek dişi kanırttı. Öğrendiğim kelimeler bittiği için Rusça’ya geçip “Tovarişşşşşş” diye bağırarak ağzımı açabildiğim kadar açtım. O ana kadar sesiz duran doktor da “Radmilaaaaa” diye bağırarak olanca gücüyle yüklendi. Dişimle birlikte damağımın, çenemin hatta kafamın da yerinden çıktığını zannederek yere yığıldım. Dişin çıkmasıyla dengesini kaybeden doktor lambadere çarparak düştü. Bir iki defa sallandıktan sonra lambader de devrildi. Sürekli yanmayı bıraktı ve bir yanıp bir sönmeye başladı. Acıdan ağlamaya başlamıştım, doktor da bir şeyler mırıldanarak ağlıyordu. Yugoslavya misali dağılmıştık odanın orasına burasına. Bir süre ağladıktan sonra ayağa kalktım. Önceden hazırlayarak cebime koyduğum parayı sandalyenin üzerine bırakarak hiçbir şey söylemeden dışarı çıktım. Doktor Radmila’nın resmine bakarak ağlamaya devam ediyordu.

Eve doğru yürürken bıraktığım paranın yeterli olup olmadığını düşündüm. Aklımdan istemsiz bir şekilde "Yeter ya daha ne olsun, piyangodan büyük ikramiyeyi kazandım da benim mi haberim yok?" cümlesi geçince dayanamadım Cemil abiye sağlam bir küfür salladım.

 ***

-Gaziantep, Şahinbey-




0 yorum:

Yorum Gönder

Acción Poética

Acción Poética

Joyas de America Latina

Joyas de America Latina
santiago Roncagliolo