İnsan kendini bazen bir şekilde bir yerlerde bulabiliyor ve
bulunduğu yere onu getiren olaylar silsilesini gözden geçirirken “mantığım
neredeydi acaba” sorusunu kendine sorabiliyor.
“Buraya otur, yoldaş” buyruğuna uyarak oturduğum sandalyede etrafa bakarken tam
da bu duyguyu yaşıyordum. Tedirginliğim biraz olsun azalsın diye odayı kesmeye
başladım.
Sağ tarafımda, ışığını yaymak için çok çaba gösterdiği belli olan, eskimişliğin
tarifi zor ama görenin “evet, bu eşya eski” diye anında teşhis koymasını sağlayan
rengini almış bir lambader, karşımdaki duvarda Tito’yu haşin bakışlarıyla
sigara içerken gösteren bir poster ve Tito’nun baktığı tarafta asılı, siyah
beyaz bir kadın fotoğrafı, solda duvara kadar uzanan, tedirginliğimi
artırmaktan başka bir işe yaramayan boşluk, tam arkamda sandalyeyi yaslamaya
çalışır çalışmaz sırtımın acımasına neden olan duvar ve karşımda titreyen
elleriyle, gözlüğünün üzerinden bakarak enjektörün ucunu flakona geçirmeye
çalışan Dragan.
Cemil abi var, mahallenin eskilerinden. Durağın karşısındaki çay bahçesinde
akşama kadar oturup gelen geçene laf atar, gençleri etrafına toplayıp bol
keseden sallar durur. Biraz gel git akıllıdır ama eli kolu uzun, tanıdığı
çoktur. Kimin bir şeye ihtiyacı olsa, kim “şuradan şunu alacam, buradan bu
ustayı çağırıp falanca işi yaptıracam” dese hemen sağ avucunu nazi selamı verir
gibi yukarı kaldırır ve nutuk atmaya başlar: “dur orda paşam, senin baban
zengin mi? Bu işi sen kime yaptıracaksın biliyor musun? Şey var bizim…. şeyde
işte –hafızası beş altı yıldır gidip gelir böyle, bir türlü ikna edemedik onu
bunamaya başladığına- ya işte şeyde olum ya hani…”
Tavsiye ettiği kişiler genelde sorunlu çıkar, musluğunu yaptıranın musluğu
birkaç ay sonra mutlaka damlatır, damını sıvatanın damı akar, ayakkabısını
yamatanın yağmurlu havalarda ayağı sırılsıklam olurdu. Ama Allah var, onun
tavsiye ettiği yerden ucuzunu, işi yapmaya gönüllü ve tez canlı olanı da
bulamazdık.
Hiçbir ağrı birden bire başlamaz. Önce küçük sinyaller gönderir, ertelenir veya
paliatif çözümlerle bastırılır. Hissedilmese de her zaman oradadır, zamanını
kollar ve bir gün gelir hiç beklemediğiniz bir anda saldırıya geçerek sizi
alaşağı eder. İnsan olmanın “ben her şeyle başa çıkabilirim” cümlesinde kendini
bulan kibrini bir tarafa bırakıp, yardıma ihtiyacınız olduğunu
kabullendiğinizde kalkar doktora gidersiniz.
Ben de öyle yaptım ve birkaç ayda bir saldırıya geçen ve beni apranax'tan,
dolorex'e, majezik'ten minoset'e, arvales'ten parol'e bilcümle ağrı kesicinin
müptezeli yapan diş ağrımı çözmek için doktora gitmeye karar verdim.
Durağın oraya gidip de Cemil abi’ye yakalanmamak ne mümkün! Dişçiye gittiğimi
anlatınca hemen nazi selamına durdu. “Senin klinik paralarından haberin var mı
paşam, gömü buldun bir yerlerden de bizim mi haberimiz yok? Sen şeye
gideceksin, hani şeyde yaşıyor. Hem sizinkilerden. Otur otur, ben şimdi onu
ararım.”
Durağa devam etmek yerine masaya oturmamın üç nedeni vardı; birincisi param
muhtemelen kliniğe yetmeyecekti. İkincisi mahallemizin abisini kırmak
istemiyordum. Üçüncüsü, belki de en önemlisi, “sizinkiler” derken neyi
kastettiğini merak ediyordum.
Çay geldi - acıdan içemedim- Cemil abi, Dragan’ın hikayesini anlatmaya başladı
–acıdan pek dinleyemedim-. Yugoslavya dağılırken savaştan kaçıp gelmiş. Savaş
sırasında diş hekimliği okuyormuş, okulunu bitirememiş ama olsunmuş zaten okulu
bıraktığında son sınıftaymış, gereken her şeyi öğrenmiş, üstelik kaçak göçek de
olsa yıllardır burada dişçilik yapıyormuş. Param cebimde kalsınmış, benim babam
Karun’muymuş da acaba haberi mi yokmuş…
Yugoslavya lafını duyunca “sizinkiler” derken neyi kastettiğini anlamıştım.
Dişimin ağrısını bir süreliğine unutup, Yugoslavya’ya karşı beslediğim büyük ve
bir o kadar da anlamsız sevgimi bildiği halde bugüne kadar bana doktordan neden
bahsetmemiş olacağını düşündüm. “Bunamak böyle bir şey demek ki” diye
geçiştirdim. Diş ağrım yine baskın gelince bir elimi yanağıma götürüp diğer
elimle Cemil abiye telefon işareti yaptım. Anladı. Rehberi karıştırdıktan sonra
aradı. “Doktor? Nerdesin? Ne? Lokantaya mı gittin? Ne tatlısı… tatlı yeme, kaç
paradır şimdi. Eski huyların tuttu banka soydun da bize mi söylemedin? Bak sana
işimiz düştü… Durağın oraya…. Tamam.”
Dragan on dakika sonra geldi. Dedim ya, hiçbir esnaf Cemil abinin tanıdığı
esnaflar kadar tez canlı değildi. Altmışlı yaşlarındaydı. Tepesi dökülmüş ve
yanları tamamen ağarmış saçları ve gözlüğüyle Gorbaçov’u andırıyordu.
“Sovyetler birliği başkanına benzeyen, Yugoslav uyruklu kaçak diş doktoru”
cümlesi aklımdan geçince olayın absürtlüğüne takıldım. Bu kadar absürtlük
yetmezmiş gibi Dragan Gorbaçov ayağa kalktı, “göster, bakayım bir durum nedir”
diyerek tepeme dikildi. Taburede oturarak kafamı kaldırıp ağzımı açabildiğim
kadar açtım. Gözlüklerini ikide bir takıp çıkararak ağzımın içini bir süre ciddiyetle
teftiş etti. Sonra taburesine oturdu. Etrafa bakındım, diğer masalarda
oturanlar oralı bile değildi. Dünyanın benim etrafımda dönmüyor olmasına
üzülerek fakat içinde bulunduğum saçma durumu kimsenin takmıyor olmasıyla
teselli bularak, “nedir?” diye sordum. “Kötü, yoldaş” dedi “çıkartmamız
gerekiyor. İlacım bitti, yarın akşama kadar dayanabilirsen yazıhaneye gel,
halledelim.” Dayanabileceğimi söyleyip ertesi gün akşam onun evinde buluşmak
üzere sözleştik.
Doktoru gördüğümden midir bilinmez ağrım geçmişti. Saatlerce oturup
Yugoslavya’dan, Sovyetler birliğiyle uyuşmazlıklardan, Tito’dan,
Partizanlardan, Bağlantısızlar Hareketinden konuştuk. O gece eve döndüğümde
yeniden başlayan ağrıma aldırmadan birkaç cümle öğrendim. Mesela onların
dilinde “Zivio Titooooo” Yaşasın Tito demekmiş. “Smrt faşizmu” Kahrolsun
faşizm, “Sloboda narodu” Halka hürriyet, demekmiş. Bunları bir güzel
ezberledim, böylelikle diş randevum sırasında doktora kendi dilinde bir şeyler
söyleyerek incelik yapacak, çok sevdiğim ve yarın beni diş ağrımdan kurtaracak
olan Yugoslav halklarına kültürel manada bir teşekkür sunmuş olacaktım.
Hiçbir tedirginlik, hiçbir kaygı birden bire oluşmaz. Yıllarca birikenler geri
planda işler ve orada olduğunu bile bilmediğin bir çukurun içine düşüverirsin.
Veya bir gün dişin ağrır, durakta Cemil abiye rastlarsın ve ertesi gün rahatsız
bir sandalyenin üzerinde, ellerinin titrediğini fark ettiğin bir doktorun
karşısında, etrafı keserken bulursun kendini.
Doktor sonunda enjektörün ucunu uyuşturucu ilacın flakonuna soktu ve ilacı
topladı. Ağzımı kocaman açmamı söyleyip ilacı uyguladı. “Bekleyeceğiz” diyerek
kanepenin üzerine oturdu ve gözünü duvardaki kadın resmine dikti.
Dişçi koltuğuyla uzaktan yakından ilgili olmayan bu sandalye, diş
kliniklerindeki hareketli lambaların yerini tutmakla görevlendirildiği için
dibime kadar yaklaştırılan bu lambader, elleri titreyen bu doktor, dakikalar
geçmesine rağmen dişimi uyuşturamayan o ilaç… her şey ama her şey tekinsizdi.
Dragan’a baktım. Fotoğrafa dalıp gitmişti. Belki de orada olduğumu bile
unutmuştu. Şimdi ayağa kalksam, hiçbir şey söylemeden kapıdan çıkıp gitsem
haberi bile olmayacaktı. “Adı neydi?” diye sordum. İrkildi, “sen de nereden
çıktın” dercesine bana baktı. “eee Radmila, adı Radmila’ydı” diye kekeledi. Ben
Radmila’ya ne olduğunu, savaş sırasında mı yoksa buraya geldikten sonra mı
öldüğünü düşünürken doktor kendinden emin bir şekilde ayağa kalktı ve “Ağzını
aç” diye emretti.
Öz güvenli hareketlerinden cesaret bularak ağzımı açıp kafamı kaldırdım. Lambader
gözümü alıyor, kerpeteni ağzıma sokan ve arada bir gözlüğünü düzelterek
manevralar yapmaya başlayan doktorun yüzünü görmemi engelliyordu. Etrafımda
olan biteni takip etmeye alışkın olan ve çevresel farkındalığı yüksek olmakla
övünen bünyem, doktorun mimiklerine bakarak işlemin nasıl gittiğini takip
edemeyeceğimi fark ettiğim anda sarsılmaya başladı. Olay o andan itibaren
kontrolümden çıkmıştı.
Hiçbir ağrı mutlak değildir. “Ağrının en yükseğini deneyimledim bunun ötesi
yoktur, olsa da ona kimse dayanamaz zaten” derken daha büyük ağrılar
deneyimler, kimsenin baş edemeyeceğini düşündüğü o ağrıyla bizzat kendi baş
edebilir insan. Matematikte her sayının bir fazlası, hayatta her ağrının bir
üst boyuta var.
Kerpeten dişime değdiğinde ve uyuşturucu ilacın hiç bir işe yaramadığını
anladığımda o boyuta ulaştım. Doktor kafamı sıkıca tutuyor, hiçbir şey
söylemeden kerpeteni oraya buraya işletiyordu. Biraz dirayetlenirim ve olan
biten hakkında fikir sahibi olabilirim diye başımı güçlükle lambaderden
uzaklaştırarak doktoru, Radmila’yı ve Tito’yu seçebileceğim pozisyona getirdim.
Doktorun gözlüğü burnunun ucuna kadar kaymıştı. Alnı terlemişti. Biraz önceki
öz güvenli hali yoktu, bir şeyler yapabilmek için çabalıyordu. Tito ve Radmila olan
biteni izlemek için bakışlarını bize çevirmişlerdi. Ağrıdan bayılmak üzereydim.
“Canım acıyor, Doktor” demek istedim ama ağzımın içinde dün gece öğrendiğim
kelimeleri gevelemeye başladım. Doktor ters bir hareket yaparak kerpeteni tam
ağrıyan yere vurdu, "Zivio Titooooo" diye bağırdım, kerpetini ağrıyan
dişimin etrafındaki diş etlerine bastırarak dişime kilitledi “smrt
faşizmuuuuu”, kavradığı dişin kökünü sağa sola oynatmaya başladı “sloboda
naroduuuuuu”, damağımın altından kütürdemeler başladığını hissettim, doktorun
gözlüğü yere düştü, kerpetini iki eliyle kavrayıp ayağını sandalyeye dayadı.
Hırs yapmıştı, kendini geriye doğru çekerek dişi kanırttı. Öğrendiğim kelimeler
bittiği için Rusça’ya geçip “Tovarişşşşşş” diye bağırarak ağzımı açabildiğim
kadar açtım. O ana kadar sesiz duran doktor da “Radmilaaaaa” diye bağırarak
olanca gücüyle yüklendi. Dişimle birlikte damağımın, çenemin hatta kafamın da
yerinden çıktığını zannederek yere yığıldım. Dişin çıkmasıyla dengesini
kaybeden doktor lambadere çarparak düştü. Bir iki defa sallandıktan sonra
lambader de devrildi. Sürekli yanmayı bıraktı ve bir yanıp bir sönmeye başladı.
Acıdan ağlamaya başlamıştım, doktor da bir şeyler mırıldanarak ağlıyordu.
Yugoslavya misali dağılmıştık odanın orasına burasına. Bir süre ağladıktan
sonra ayağa kalktım. Önceden hazırlayarak cebime koyduğum parayı sandalyenin
üzerine bırakarak hiçbir şey söylemeden dışarı çıktım. Doktor Radmila’nın
resmine bakarak ağlamaya devam ediyordu.
Eve doğru yürürken bıraktığım paranın yeterli olup olmadığını düşündüm. Aklımdan
istemsiz bir şekilde "Yeter ya daha ne olsun, piyangodan büyük ikramiyeyi
kazandım da benim mi haberim yok?" cümlesi geçince dayanamadım Cemil abiye
sağlam bir küfür salladım.
-Gaziantep, Şahinbey-
0 yorum:
Yorum Gönder