Latin Amerika Edebiyatından Çeviriler - III (Köpeklerin havlamasını duymuyor musun - Juan Rulfo)

meksikalı yazar juan rulfo'nun (1917-1986) farklı öykülerini çevirip sizinlpaylaşacağım. bazı arkadaşara biraz sıkıcı gelebilir ama yazarın tarzı benim oldukça hoşuma gidiyor. karakter ve mekanlar hakkında genelde bilgi bulamadığımız öyküler, meksika devriminden sonraki toplum yapısını anonim kahramanlarla ve ismi açıklanmayan mekanlarla yapıyor. köylülerin büyük umut bağladığı meksika devriminin ardından yapılan toprak reformu başarısız olmuş, latifundium olarak adlandırılan büyük çiftliklerin varlığını sona erdirememiştir. çare olarak gördükleri devrimden de bir hayır göremeyen köylülerin içler acısı hali rulfo'nun öyküsündve romanında kendisini göstermektedir. devrimin getirdiği çatışmalar juan rulfo'nun öykülerine yoksulluk, umutsuzluk, öfke, ölüm, annesini veya babasını kaybetmiş çocuklar, baba voğul arasındaki uyuşmazlıklar olarak yansımaktadır. bugün okuyacağımız, ispanyolca adı "no oyes ladrar a los perros" olan öyküde ven kısa zamanda çevirisini yapmayı düşündüğüm başka bir rulfo öyküsünde bu çatışmaları çok net bir şekilde görebileceksiniz. giriş bölümünü tamamladığımıza göre şimdi öyküye başlayabiliriz. bu serinin diğer başlıklarında da belirttiğim gibi, eleştirilerinizi yorum olarak yazabilir veya ispanyocadefteri@hotmail.com adresine gönderebilir, kaynak göstermek kaydıyla çeviriyi paylaşabilirsiniz. keyifli okumalar dilerim.


Juan Nepomuceno Carlos Pérez Rulfo Vizcaíno


-------------------------------------------------------------------------------
-------------------------------------------------------------------------------



-Sen yukarıdasın, Ignacio, bir şey duyuyor musun veya bir yerlerde bir ışık görüyor musun?
-Hiçbir şey görünmüyor.
-Yaklaşmış olmalıyız.
-Evet, ama hiçbir şey duymuyorum.
-İyi bak.
-Hiçbir şey görünmüyor.
-Yazık sana, Ignacio.
Dere kenarına yansıyan uzun ve siyah gölgeleri, onlar ilerledikçe yükseliyor, alçalıyor, kayaların üzerinden süzülüyor ve yürüyüşe eşlik ediyordu. Titrek bir gölgede bütünleşmişlerdi.
Ay, toprağın üzerinde yuvarlak bir alev topu gibi yükseliyordu.
-Kasabaya varmak üzere olmalıyız, Ignacio. Senin kulakların açıkta, bir dinle bakalım, köpeklerin sesi duyuluyor mu? Bize, Tonaya hemen tepenin ardında demediler mi? Tepeyi geçeli kaç saat oldu. Tepenin arkasındademişlerdi, Ignacio.
-Evet, ama hiçbir şey görmüyorum.
-Yorulmaya başladım.
-Beni indir.
Yaşlı adam sağlam bir duvara doğru yaklaştı, omuzlarındaki yükün ağırlığını hafifletecek şekilde duvara yaslandı, yine de yükü tamamen salıvermedi. Bacakları bükülüyordu ama oturmak istemiyordu, bir defa oturdu muydu oğlunu tekrar sırtına alamazdı, saatler önce yola çıkarken onu sırtına almasına yardımcı olmuşlardı. O saatten beri hiç indirmeden taşıyordu.
-Nasılsın?
-Kötü.
Çok az konuşuyordu, her seferinde daha az. Bazen uyuyordu sanki. Bazen de üşüyordu. Titriyordu. Oğlunun titrediğini fark ediyordu. Çünkü oğlanı ne zaman titreme tutsa ayaklarını bir mahmuz gibi böğrüne batırıyordu. Kollarıyla adamın boynunu sıkıca kavrıyor, kafasını bir çıngırak gibi sağa sola titretiyordu. Yaşlı adam, dilini ısırmamak için dişlerini sıkıyor ve titreme kesildiğinde hep aynı soruyu soruyordu:
-Canın çok mu yanıyor?
-Biraz -diye yanıtlıyordu oğlan.
Ignacio ilk başlarda ayak diremişti: “Beni indir… Burada bırak… Sen git. Yarın veya ne zaman iyi olursam yetişirim sana.” Yol boyunca, belki elli defa söylemişti aynı cümleleri. Bu defa söylememişti. Ay oradaydı. Tam karşılarında. Büyük ve renkli ay, gözlerini ışıkla dolduruyor, gölgelerinin daha uzun ve daha kara görünmesini sağlıyoru.
 -Artık yürüdüğüm yolu göremiyorum-.dedi
Yanıt alamadı.
Oğlu yine yukarıdaydı, kanı çekilmiş yüzüne vuran ay ışığı solgunlaşıyordu. O ise yine aşağıdaydı.
-Duydun mu beni, Ignacio? İyi göremiyorum diyorum.
Oğlan hiç oralı olmadı.
Yaşlı adam sendeleyerek yürümeye devam etti. Yere doğru eğiliyor, tekrar doğruluyor ve yeniden sendeliyordu.
-Yanlış yoldayız belki de. Tonaya tepenin ardında demişlerdi. Tepeyi çoktan geçtik. Ama Tonaya görünmüyor, yakındadır diyeceğim ama herhangi bir ses, gürültü de yok. Bak sen yukarıdasın, ne görüyorsun söylesene bana, Ignacio?
-Beni indir, baba.
-Kötü mü oldun?
-Evet
-Ne pahasına olursa olsun, seni Tonaya'ya ulaştıracağım. Orada sana bakacak birini bulacağım. Kasabada doktor var diyorlardı. Seni ona götüreceğim. Kaç saattir sırtımdasın, buraya kadar geldikten sonra yere bırakıp gidemem. Birilerinin gelip seni öldürmesine izin veremem.
Biraz sendeledi. İki üç adım yana savruldu, yeniden doğruldu.
-Seni Tonaya'ya götüreceğim.
-Beni indir.
Sesi zayıflamış, neredeyse fısıltı haline gelmişti.
-Biraz uzanmak istiyorum.
-Orada uyu. Merak etme, sıkı tutuyorum.
Ay, açık gökyüzünde yükselmeye devam ediyor,yükseldikçe mavimsi bir renge bürünüyordu. İhtiyarın terli yüzü ışıkla doldu. Gözlerini yere indirdi, böylece sürekli ileriye bakmak zorunda kalmayacaktı, oğlunun elleriyle sıkıca kavradığı boynunu bükemiyordu.
-Bütün bu yaptıklarım senin için değil, rahmetli annen için yapıyorum. Çünkü sen onun oğlusun. Bu yüzden yapıyorum. Seni yerde öylece yatarken bulduğumda aldırış etmeseydim, şu an yaptığım gibi sırtıma alıp doktora taşımasaydım annen bana musallat olurdu.  Bana güç veren o, sen değilsin. Sen bana beladan, aşağılanmadan ve utançtan başka bir şey vermedin hayatın boyunca.
Konuştukça terliyordu. Gecenin rüzgarı terini kurutuyordu. Sonra kuruyan terin üzerine bir daha terliyordu.
"Belim kırılsa bile seni Tonaya'ya götüreceğim, vücudunda açtıkları yaraları tedavi ettireceğim. Ettireceğim de ne olacak sanki, kendini toparlar toparlamaz yine pis işlerine döneceksin. Ne yaparsan yap! Yeter ki gözümün görmeyeceği, kulaklarımın işitmeyeceği kadar uzaklarda yap. Şartım bu.... Çünkü artık benim oğlum değilsin. Benden aldığın kana lanet olsun. Benden sana ne geçtiyse hepsine lanet okudum. 'Benden sana geçen kan böbreğinde katrana dönsün." - dedim . Kendini sokaklara vurduğunu, hırsızlık yaptığını ve insanları öldürdüğünü... birçok iyi  insanı öldürdüğünü öğrendiğim an dedim bunu. Benim iyi dostum Tranquilino mesela. Seni o vaftiz etti. Adını o koydu. Ama sen, onun bile canını yakmaktan geri durmadın. O an, bu benim oğlum olamaz, dedim. Etrafa bir bak bakalım, belki bir şey görürsün.. Belki bir şey duyarsın. Bak sen yukarıdasın, kafama sıkıca sarıldığın için hiçbir şey işitmiyorum, sağır gibi oldum.
-Hiçbir şey görmüyorum.
-Bu senin için kötü, Ignacio.
-Susadım.
-Dayan! Yaklaşmış olsak gerek. Gece oldu, kasabanın ışıkları sönmüştür, ondan göremiyoruzdur. Ama en azından köpek havlamalarını duyuyor olmalısın. İyice bir dinle bakalım.
-Bana su ver.                                                                         
-Burada su yok. Sadece taş var. Dayan. Su bulsaydık bile seni yere indirmezdim. Sonra kim bana yardım ederdi seni sırtlamaya, ben tek başıma yapamam.
-Çok susadım ve çok uykum var.
-Doğduğun zamanı hatırlıyorum. Eskiden de böyleydin. Acıkınca uyanır, yemeğini yer ve sonra uyumaya devam ederdin. Annen süt yetiştiremezdi de en sonunda sana su verirdi. Doymak bilmezdin. Bir de öfkeliydin. Bu öfkenin büyüdükçe daha da katmerleneceğini hiç düşünmedim. Ama öyle oldu. Annen, toprağı bol olsun, senin güçlü biri olmanı istiyordu. Büyüyüp ona destek olacağını zannediyordu. Senden başka çocuğu olmadı. Bir çocuk daha yapayım dedi, canından oldu.  Hoş, ölmeseydi sen şimdiye kadar onu çoktan öldürmüş olurdun ya...
Sırtında taşıdığı adamın dizlerinin tutunmayı bıraktığını, bacaklarının yana doğru salındığını hissetti. Kafası, hıçkırır gibi sallanıyordu.
Saçlarının üzerine gözyaşına benzer kalın damlaların düştüğünü hissetti.
"Ağlıyor musun, Ignacio? Annenin hatırası mı ağlattı seni? Hayattayken onun için hiçbir şey yapmadın. Her zaman umursamaz davrandın. Sanki seni sevgiyle değil de öfkeyle büyütmüşüz gibi. Şimdi anlıyor musun? Bak yaralandın. Arkadaşlarına ne oldu? Hepsini öldürdüler. Onların yanında kimsecikler yoktu. 'Yasımızı tutacak birisi bile yok' diyerek öldüler. Ama sen, Ignacio?
Kasaba oradaydı. Ay ışığı çatıları aydınlatıyordu. Dizlerini son bir çabayla bükerken oğlunun ağırlığı altında ezildiğini hissetti. Kasabanın ilk kulübesine ulaşınca, kaldırıma oturup sırtını duvara yasladı, omzundaki yükü serbest bıraktı.
Oğlunun parmakları boynuna yapışmış gibiydi. Bu parmaklardan ve kulaklarına dolanan kollardan güçlükle kurtulduğunda, dört bir yandan gelen köpek havlamalarını işitti.
-Hani köpek sesi falan duyulmuyordu, Ignacio? -dedi-. Azıcık umutlanmamı bile istemedin.







0 yorum:

Yorum Gönder

Acción Poética

Acción Poética

Joyas de America Latina

Joyas de America Latina
Gabriel "Gabo" Marquez