Kısa Hikayelerim V - Zaman Tüneli

 Birkaç ay önce bir barda tanıştık. Her zamanki gibi tek başınaydım, her zamanki gibi yeterince, daha doğrusu gece rüya görmeyecek kadar içmek için ordaydım. Barda oturmuş, cin-tonik içiyordu, bakışları bardakta erimekte olan buza sabitlenmişti. Yanlış hatırlamıyorsam televizyonda sıkıcı bir futbol maçı vardı ve barmen esneyip duruyordu. Her şey olması gibiydi; o hariç.

Konuşmaya başladık. Banal konulardan bahsettik: benzinliklerdeki kahvenin kötülüğünden,  küçük şehirlere yapılan hüzünlü otobüs yolculuklarından, seksenli yıllarda çekilen ve asla güzel bir finale sahip olmayan korku filmlerinden. Donuk bir tebessümle dinliyordu, sanki her kelimem onun bir işine yarıyordu ama beni tanımak için değil, tartmak, kalibre etmek ve hakkımda sentetik bir fikir edinmek için. Konuşmanın bir yerinde güneyde bir yerlerde harabeler bulunduğunu, oraya gitmesi gerektiğini, harabelerin onu beklediğini söyledi. Güldüm, arkeolog olup olmadığını sordum, yanıt vermedi.

İki ay kadar görüşmemiz devam etti. Ucuz barlarda kahvaltı yaptık, sokak köpekleriyle dolu sokaklarda yürüdük, parklarda konuşmadan uzun uzun oturduk. Her buluşmamızın ardından benden sıkıldığını düşündüm, her an bir iz bırakmadan hayatımdan çıkıp gidecek gibi hissettim. Ama öyle olmadı, her seferinde geri döndü. Sefil rutinimle ucuz barlarda kendimi unutana kadar içmeye alışkın olan, onun bir tür mucize olduğuna inanmaya başlamıştım.

Ta ki haraberleri ziyaret edene kadar.

Sabahın erken saatinde vardık. Önden yürüyordu. Yürüyüşüne bakan bir insan onun çocukluktan beri burada yaşadığına ve burayı avucunun içi gibi bildiğine yemin edebilirdi. Ben arkasından ayaklarımı sürüye sürüye yürüyordum, Soğuk bir kolayı kafaya dikmek, binlerce yıllık taşlardan birine oturup sigara içmek, sabah serinliğinde taşın üzerine uzanıp deliksiz bir uyku çekmek istiyordum. O yorulmuyordu, gerçi onu tanıdığım iki ay boyunca hiç yorulmamıştı. Bedeninin farklı bir materyalden yapıldığını düşünüyordum. Belki de sırtında küçük bir kapağı her sabah gizlice açıp içine en güçlü pillerden dolduruyordu.

Harabelerin tam ortasında yükselen yekpare, gri taştan yontulmuş sunağa gelince durdu. Taşın üzerinde hangi malzemeyle oyulduğunu anlamadığım kıvrımlı yarıklar bir yılanı andırıyordu. Sunağa yaklaştı, önce alnıyla, sonra parmak eklemleriyle, sonra avuç içleriyle dokundu. Ben aptal gibi bakıyordum, terliyordum, ağzım kurumuştu. Bir şeyler mırıldandı, bir dizi anlamsız cümle. O cümleler hala kafamda yankılanıyor, ölü bir dilin yankısı gibiydi. Ortadan kayboldu. Hayır, hayır öyle dumanlar çıkmadı, küçük patlamalar yaşanmadı… birden bire yok oldu. Sessiz ve törensiz bir gidişle kayboldu gözden.

Sonrası kaos. Bağırdım, yardım istedim. Yardımıma biri koşsa ve ne oldu dese verecek mantıklı bir yanıtım olmadığı için sustum. Tek istediğim geri dönmesiydi. Taşa onun dokunduğu sıralamayla dokundum. Duyduğum cümleleri –yarım yamalak- tekrarladım. Nafile çabaladığımı anlayana kadar ritüeli tekrar ettim.

Pek de inandırıcı gelmediğini biliyorum. Bazen oturup düşünüyorum. İki ay süren bir hayal görüp görmediğimi sorguluyorum. Belki de delirmiştim ve bunun farkında değilim. Sonra bunların bir hayal olmadığını, yaşadığım sefil hayata rağmen akıl sağlığımı da kaybetmediğimi, onun beni kullandığını anladım. Binlerce yıldır kapalı kalan bir kapıyı açması için ihtiyaç duyduğu anahtardan başka bir şey değildim. Geri dönmek için yanında onu seven birine ihtiyaç duyuyordu. Tıpkı daha önce kabilesini terk ettiği gibi bu zamanda da birini terk etmesi lazımdı ve bu kişi bendim.

Bazen de bütün bunları hesaplayarak yapmadığını düşünüyorum. Uyurkenki masumiyetini, küçük bir çocuk gibi bedenime sığınmasını, aslında komik olmayan şakalarıma gülmesi, gelecekten bahsederken susarak gözlerini bir noktaya sabitlemesi… bunları düşündüğümde bu hesapları yapabileceğini düşünmeyerek kendimi kullanılmış hissetmiyordum. Belki de beni gerçekten sevmişti. Belki de plan ve aşk farklı mefhumlardı ve onun kafasında asla bir araya gelmemişti.

Bu yaşanılanları birine inandırmak şöyle dursun kafamdaki soruları netleştirmek bile mümkün değil. Hiçbir deneyim insanın yaşama arzusundan güçlü değil. Bütün bu olaylardan sonra hayatıma kaldığım yerden devam ettim; benzin istasyonlarının berbat kahvelerini içtim, beni bir türlü tatmin etmeyen ve nikotin ihtiyacımı ortadan kaldırmayan sigaraları üst üste yaktım, şehirler arası otobüslerle üzgün şehirlere yolculuk yaptım ve geceleri rüya görmemi engelleyecek kadar içtim. Bazı günler uykum kaçana kadar içip kendimi sabahın erken saatlerinde harabelerde, sunağın karşısında oturup asla gerçekleşmeyecek bir geri dönüşü beklerken, kimse geri dönmeyince de kendimi ortadan kaybetmek için büyülü kelimeleri mırıldanırken buldum.

Bu iki aylık maceradan bana tek kalan odamda bıraktığı tişörtüydü. Tişörtü kapının arkasındaki askıya astım. Bir sabah uyandığımda onun da oradan kaybolacağına eminim. Bekliyorum.





0 yorum:

Yorum Gönder

Blog Takipçileri

Acción Poética

Acción Poética

Joyas de America Latina

Joyas de America Latina
santiago Roncagliolo