PAMPA HASH
Nasıl geldi? Nereden geldi? Bunları hiç kimse bilmiyor. Onun
varlığıyla ilgili gördüğüm ilk işaret oraya buraya asılmış iç çamaşırlarıydı.
Bir kutu sardalya konservesi yemek için kamaraya (başka
kamara yoktu) girmiştim. Yemek masanın yanına, tam göz hizasına boylu boyunca
bir ip gerilmişti ve üzerine iç çamaşırları asılmıştı. Tuvaletten gelen sifon
sesini duydum, kafamı kaldırdığımda, o andan sonra sık sık görüp aşina olacağım
yüzü gördüm: Pampa Hash tuvaletten çıktı. Sadece bir felsefe doktorunun bakabileceği
gibi baktı bana: her şeyi görmezden gelerek, masayı, sardalyayı, çamaşırları,
etrafımızı çeviren denizi, kısacası güçlü erilliğim (!) hariç her şeyi.
O gün yakınlaşmadık. Hatta hiçbir şey olmadı. Selamlaşmadık
bile. O bana baktı, ben ona baktım, o güverteye çıktı, ben kamarada oturup
sardalya yemeye devam ettim. O günlerde bazı ağzı kalabalıkların söylediği gibi
ilk görüşte aşkın kurbanı olduğumuz doğru değildir.
Erotik açıdan bakıldığında, ikinci görüşmemiz de pek verimli
geçmedi.
Onu mayoyla gördüğümüzde, dört adam nehrin kenarına oturmuş,
plastik bir botu şişirmeye çalışıyorduk. Harika görünüyordu. Bazı erkeklerin
zaman zaman hissettiği güç gösterisi yapma tutkusu beni ele geçirmişti. Hava
pompasını kaptım ve çılgınlar gibi pompalamaya başladım. Plastik bot, beş
dakika içinde patlayacak duruma gelmişti, sarfettiğim efordan dolayı ellerimde,
sonradan yaraya dönüşecek baloncuklar oluşmuştu. Bana bakıyordu.
“She thinks I’m
terrific”, diye İngilizce düşündüm. Botu suya indirdik ve tıpkı Lord
Baden-Powell'in dediği gibi “hayat nehrinin” yolunu tuttuk.
Nasıl da destansı bir yolculuktu! Yemeği ısıtmak için çıplak
ve baloncuklanmış ellerimle odunları paramparça ettim ve neredeyse bilincimi
kaybedene kadar ateşi üfledim: ardından bir tepeye tırmandım ve normalde korkudan
soğuk terler döktürecek bir mesafeden suya atladım; bütün bu yaptıklarım
arasında en dikkat çekeni kendimi akıntıya bırakmam ve Pampa'nın korkuyla bana
seslenmesiydi. Yüz metre ileride kanlar içinde çıkardılar beni nehirden.
Haylazlık yapmayı bitirmiştim. Bot paketlenmiş ve Jeep'e yüklenmişti. Çalıların
arasında giyindim, bir kayanın üzerine oturup ayakkabılarımı giymeye
başladığımda yanıma geldi.
“Je me veux baigner.”
- dedi.
“Je veux me baigner”
diye düzelttim ve ayağa kalkıp ona sahip olmaya çalıştım, başaramadım.
Onunla birlikte olmam tamamen bir yanlış anlaşılma sonucunda
gerçekleşti. Bir salonda tek başımıza oturmuş, önemsiz şeylerden konuşurken
"Falanca bölgenin telefon kodu nedir?" diye sordu. Bilmiyordum,
telefon rehberinden bulabileceğini söyledim. Salondan çıktı ve bir süre sonra
beni yanına çağırdı; telefonun bulunduğu yere gittim, rehberin üzerine doğru
eğilmişti: “Bölgeler nerede?” diye sordu. Ben biraz önceki konuşmayı tamamen
unutmuştum, erojen bölgelerinin nerede olduğunu sorduğunu zannettim. Ben de
bildiğim bölgeleri ona gösterdim.
Birbirimiz için doğmuştuk: ikimizin toplamı yüz altmış kilo
tutuyordu. Takip eden aylarda yaşadığımız çalkantılı ve tutkulu ilişki boyunca,
bufalo, orangutan, gergedan... kısacası bir erkeği küstürmeden kullanılabilecek
bir çok lakap taktı bana. Ben rüyalar aleminde yaşıyordum, o ise, bu barbar
topraklarda yaptığı yolculuk boyunca sürekli ishal olmaktan muzdaripti. Gittiğimiz
yer deniz seviyesindeyse sorun yaşamıyorduk, günde on dört saat olan uyku
ihtiyacını bir kenarda karşılayan, kabul edilebilir bir eşti. Ancak iki bin
metrenin üzerine çıktığımızda güçlükle nefes alıyordu ve kolaylıkla
bayılıyordu. Meksiko City'de onun yanında yaşamak hiç kolay değildi zira
bayılacak ve yerden kaldıracağım diye hiç bitmeyen bir teyakkuz halinde beklemem
gerekiyordu.
Patolojiye olan tutkusunu öğrendiğimde, sırf onu memnun
etmek için, sadece ayrıcalıklı zoolojik türlerin olabileceği kadar sağlıklı
olan ailemin bir dizi patolojik hastalıktan muzdarip olduğunu uydurdum.
Meksika’lılara özgü davranışları araştırmak gibi başka bir
tutkusu daha vardı.
—Motorları sever misin? —diye sormuştu bir defasında—. Yanıtın
senin milli karakterini ortaya çıkaracağını belirtmek isterim.
İlişkimizde bazı belli başlı düzensizliklere sahipti:
örneğin, yemeğimi ödemesini istemeye cüret edemediğim tek kadındı, oysaki peso
içinde yüzdüğünü biliyordum, üstelik paraların kendisine değil, Pumpernikel
Foundation'a ait olduğundan da emindim. Dirseklerimi masanın üzerinde, kahve
fincanımın bir o yanında bir bu yanında birleştirerek ve yüzümü ellerimin
arasına alarak aylar boyunca onu izledim, bolca patates ve biftek yedi durdu.
Bifteklerin parasını benim ödeyeceğimi düşünen garsonlar, aylar
boyunca belirgin bir küçümsemeyle süzdü beni. Bazen bana acıyordu ve bir parça et
ikram ediyordu, ben, tabi ki, aç olmadığımı söyleyerek reddediyordum. Üstelik
bir de bahşiş problemi vardı: %1 bahşiş bırakmanın kabul edilebilir olduğu
yönünde bir teoriye sahipti, bu teoriye göre yirmi pesoluk bir yemek için kırk
sent bahşiş bırakmak savurganlık oluyordu. Ömrüm boyunca bu kadar çok garsonu düşman
edinmemiştim.*
Cebimde yirmi peso olan bir gün onu Bamerette'ye götürdüm.
İki tekila istedik.
—Buraya en son geldiğimde —dedi— iskoç viskisi içip gitar
çalmıştım, garsonlar beni film yıldızı zannetmişti.
Nedendir bilmem, bu söylediklerinden dolayı onu hiç
affetmedim.
Vücudunun iriliği başka bir dezavantajdı. Bedenin altında
iki dakika kalan kol hemen uyuşuyordu. İlişkimizi temsil edebilecek yegâne
tarihsel karakter Sigurd’tu; yedi ateş çemberinden geçip Brunilda'ya** ulaşan,
fakat onu uyandırmak mümkün olmadığı için kucaklamayı deneyen, bu da mümkün
olmayınca ağır bir eşya gibi sürükleyerek götürmek zorunda kalan Sigurd.**
Ah, Pampa Hash! Benim tatlı, kocaman Pampa Hash'ım!
Öğrenmeye büyük bir merak duyuyordu.
—Beni seviyor musun?
—Evet.
—Neden?
—Bilmiyorum.
—Bana hayranlık duyuyor musun?
—Evet.
—Neden?
—Profesyonelsin, vicdanlısın, işinde oldukça beceriklisin.
Bunlar benim hayranlık duyduğum özellikler.
Bu son söylediğim büyük bir yalandı. Zira Pampa Hash dağda
bir yıl boyunca araştırma yaptıktan sonra, benim on beş gün içinde
uydurabileceğim bir rapor yazabilmişti.
—Bu özelliklere neden hayranlık duyuyorsun?
—Bu kadar çok soru sormayalım ve kendimizi tutkunun
kollarına bırakalım.
—Beni arzuluyor musun?
Polis sorgusu gibiydi. Bir gün alışverişe gittik. Hayatımda
gördüğüm en zor alışverişti. Ona kalırsa her şey çok pahalı ve çok kalitesizdi
veya tam olarak aradığı şey değildi. Üstelik garip bir nedenden dolayı, reyon
görevlilerinin bütün mağazayı tarumar ederek ona ürünler göstermekten ve hiçbir
şey satamadıktan sonra bütün ürünleri tekrar düzenlemekten zevk aldığını
düşünüyordu.
İç çamaşırı meselesi bir senfoninin tekrar eden bölümü gibi
ilişkimiz boyunca ortaya çıkıp duruyordu. “I
need panties” dedi. İspanyolca nasıl söyleyeceğini ona öğrettim. En azından
on mağaza gezdik, hepsinde aynı şey oldu: reyon görevlisinin yanına gidiyorduk,
"şeye ihtiyacım var... mmm" diyordu ve kelimenin İspanyolcasını
unutup bana doğru bakıyordu: “nasıl söyleniyordu?”, “iç çamaşırı” diye
açıklıyordum. Görevli saniyenin milyonda biri kadar bir süre boyunca bana bir
bakış atıp iç çamaşırlarını aramaya gidiyordu. Naylon olanları istemiyordu,
pamuklu olanları da istemiyordu. Meksika'da pek de bulunmayan bir kumaştan üretilmeli
ve utanç verecek kadar büyük boyutta olmalıydı. Doğal olarak hiçbir şey
bulamadık. Birkaç tane mango satın aldık, parka gidip bir banka oturduk. Yarım
mangonun kabuğunu güçlü dişleriyle nasıl söktüğünü, mangoyu nasıl yalayıp
yuttuğunu ağzım açık izledim. Ardından mangonun diğer yarısını kaptı ve aynı
işlemi, elinde sadece kuru bir kabuk kalana kadar tekrarladı. Bu kadının bana
göre olmadığını o anda anlamıştım. Kendi payına düşen üç mangoyu bitirdikten sonra ağzını ve
ellerini dikkatlice sildi, bir sigara yaktı, banka iyice kuruldu, gülümseyerek
bana bakıp sordu:
—Beni seviyor musun?
—Hayır —dedim.
Tabii ki bana inanmadı.
Finale yaklaştığımızı biliyordum. Kendini ritme bıraktığı
gün her şey son buldu.
Bir partiye katılmıştık, Colonia del Valle'li Fred Astaire
olarak tanınan ve çok iyi danseden bir adam da partiye katılmıştı. Adamın
özelliği tek başına dans etmesiydi, dans ederken kendi ayaklarına bakıyor, bu
şekilde dans etmek onun zevkini arttırıyordu. Bir süre geçti. Tropik bir ritim çalmaya
başladı. Korkunç bir şeyler olacağına dair bir his içimi kapladığı sırada birileriyle
sohbet ediyordum. Kafamı çevirdim ve gördüğüm karşısında donup kaldım: Pampa,
benim Pampa'm, öylesine çok sevdiğim kadın, Fred Astaire'nin etrafında dans
ediyordu. Shiva'nın etrafında dans eden Mata Hari'ye benziyordu. Juarez
Bulvarında “Ay, Cielitou Lindou…”*** diye şarkı söylemeye başladığı günden beri
hiç bu kadar utandırmamıştı beni. Ne yapabilirdim? Tabi ki gözlerimi kaçırdım
ve sohbete devam ettim. İşkence saatlerce sürdü.
Sonra yanıma geldi ve Meryem ana gibi ayaklarıma kapanarak
konuştu: “Beni bağışla. Kendimi müziğin ritmine kaptırdım.” Hemen oracıkta
bağışladım onu.
Kaldığı otele gittik (amacımız barışmaktı), asansöre bindik,
tam kapıyı kapatmak üzereydik ki otelin yöneticisi yanımıza geldi ve hangi
odada kaldığımızı sordu.
—Hanımefendiyle birlikteyim —dedim.
—Saat ondan sonra ziyaretçi kabul etmiyoruz.
Pampa Hash öfkelendi:
—Siz ne demek istiyorsunuz? Beyefendinin benimle birlikte
odaya gelip valizini alması gerekiyor.
—Valizi siz indirin, o burada beklesin.
—Hiçbir şey indiremem, çok yorgunum.
—O zaman belboy indirir valizi.
—Belboy'a ödeme yapmak istemiyorum.
—Belboylara ödemeyi otel yapıyor, señorita.
Bu cümle tartışmaya son noktayı koydu.
Pampa Hash ve belboyun bindiği asansör yükselmeye başladı.
Parmaklıklı asansörlerden biriydi, bu sayede belli bir yüksekliğe ulaştığında
Pampa Hash'ın iç çamaşırını gördüm. Bunun bir sinyal olduğunu anladım: ortadan
kaybolma vakti gelmişti.
Oradan ayrılmak üzereyken, yönetici beni durdurdu: “Valizi
bekleyin.” Bekledim. Kısa bir süre sonra belboy lobiye indi ve aslında bana ait
olmayan valizi elime tutuşturdu. Sokağa çıktım, adımlarımı kademeli olarak
hızlandırarak oradan uzaklaştım.
Zavallı Pampa Hash, aynı gün hem beni kaybetmişti hem de
valizinden olmuştu!
Notlar:
* Meksika’da, yasal zorunluluk olmamakla birlikte, hesabın en azından yüzde 15’i kadar bahşiş bırakmak gibi bir gelenek mevcut. Bahşiş bırakmayanların veya daha az bahşiş bırakanların garsonlar tarafından pek de sevilmediği, kulaklarının çınlatıldığı doğrudur/812.
* Meksika’da, yasal zorunluluk olmamakla birlikte, hesabın en azından yüzde 15’i kadar bahşiş bırakmak gibi bir gelenek mevcut. Bahşiş bırakmayanların veya daha az bahşiş bırakanların garsonlar tarafından pek de sevilmediği, kulaklarının çınlatıldığı doğrudur/812.
** Cermen mitolojisinde adı geçen iki kahraman.
*** Bir Meksika halk şarkısı. Dinlemek isteyenler buraya tıklayabilir.
Teşekkür ederiz youtube da dinleme şansımız da oldu parçayı.
YanıtlaSil