Latin Amerika Edebiyatından Çeviriler - IV (Pampa Hash - Jorge Ibargüengoitia)

Serinin bu dördüncü yazısında, daha önce başka bir öyküsünü de paylaştığım Jorge Ibargüengoitia'nın "What Became of Pampa Hash" isimli öyküsünü paylaşıyorum. Çeviri süreci oldukça zorlu geçen bu öyküyle ilgili eleştirilerinizi yorumlar bölümünden paylaşabilir veya ispanyolcadefteri@hotmail.com adresine gönderebilirsiniz. Keyifli okumalar dilerim.






                                                                   PAMPA HASH

Nasıl geldi? Nereden geldi? Bunları hiç kimse bilmiyor. Onun varlığıyla ilgili gördüğüm ilk işaret oraya buraya asılmış iç çamaşırlarıydı.

Bir kutu sardalya konservesi yemek için kamaraya (başka kamara yoktu) girmiştim. Yemek masanın yanına, tam göz hizasına boylu boyunca bir ip gerilmişti ve üzerine iç çamaşırları asılmıştı. Tuvaletten gelen sifon sesini duydum, kafamı kaldırdığımda, o andan sonra sık sık görüp aşina olacağım yüzü gördüm: Pampa Hash tuvaletten çıktı. Sadece bir felsefe doktorunun bakabileceği gibi baktı bana: her şeyi görmezden gelerek, masayı, sardalyayı, çamaşırları, etrafımızı çeviren denizi, kısacası güçlü erilliğim (!) hariç her şeyi.

O gün yakınlaşmadık. Hatta hiçbir şey olmadı. Selamlaşmadık bile. O bana baktı, ben ona baktım, o güverteye çıktı, ben kamarada oturup sardalya yemeye devam ettim. O günlerde bazı ağzı kalabalıkların söylediği gibi ilk görüşte aşkın kurbanı olduğumuz doğru değildir.

Erotik açıdan bakıldığında, ikinci görüşmemiz de pek verimli geçmedi.
Onu mayoyla gördüğümüzde, dört adam nehrin kenarına oturmuş, plastik bir botu şişirmeye çalışıyorduk. Harika görünüyordu. Bazı erkeklerin zaman zaman hissettiği güç gösterisi yapma tutkusu beni ele geçirmişti. Hava pompasını kaptım ve çılgınlar gibi pompalamaya başladım. Plastik bot, beş dakika içinde patlayacak duruma gelmişti, sarfettiğim efordan dolayı ellerimde, sonradan yaraya dönüşecek baloncuklar oluşmuştu. Bana bakıyordu.

She thinks I’m terrific”, diye İngilizce düşündüm. Botu suya indirdik ve tıpkı Lord Baden-Powell'in dediği gibi “hayat nehrinin” yolunu tuttuk.

Nasıl da destansı bir yolculuktu! Yemeği ısıtmak için çıplak ve baloncuklanmış ellerimle odunları paramparça ettim ve neredeyse bilincimi kaybedene kadar ateşi üfledim: ardından bir tepeye tırmandım ve normalde korkudan soğuk terler döktürecek bir mesafeden suya atladım; bütün bu yaptıklarım arasında en dikkat çekeni kendimi akıntıya bırakmam ve Pampa'nın korkuyla bana seslenmesiydi. Yüz metre ileride kanlar içinde çıkardılar beni nehirden. Haylazlık yapmayı bitirmiştim. Bot paketlenmiş ve Jeep'e yüklenmişti. Çalıların arasında giyindim, bir kayanın üzerine oturup ayakkabılarımı giymeye başladığımda yanıma geldi.

Je me veux baigner.” - dedi.
“Je veux me baigner” diye düzelttim ve ayağa kalkıp ona sahip olmaya çalıştım, başaramadım.

Onunla birlikte olmam tamamen bir yanlış anlaşılma sonucunda gerçekleşti. Bir salonda tek başımıza oturmuş, önemsiz şeylerden konuşurken "Falanca bölgenin telefon kodu nedir?" diye sordu. Bilmiyordum, telefon rehberinden bulabileceğini söyledim. Salondan çıktı ve bir süre sonra beni yanına çağırdı; telefonun bulunduğu yere gittim, rehberin üzerine doğru eğilmişti: “Bölgeler nerede?” diye sordu. Ben biraz önceki konuşmayı tamamen unutmuştum, erojen bölgelerinin nerede olduğunu sorduğunu zannettim. Ben de bildiğim bölgeleri ona gösterdim.

Birbirimiz için doğmuştuk: ikimizin toplamı yüz altmış kilo tutuyordu. Takip eden aylarda yaşadığımız çalkantılı ve tutkulu ilişki boyunca, bufalo, orangutan, gergedan... kısacası bir erkeği küstürmeden kullanılabilecek bir çok lakap taktı bana. Ben rüyalar aleminde yaşıyordum, o ise, bu barbar topraklarda yaptığı yolculuk boyunca sürekli ishal olmaktan muzdaripti. Gittiğimiz yer deniz seviyesindeyse sorun yaşamıyorduk, günde on dört saat olan uyku ihtiyacını bir kenarda karşılayan, kabul edilebilir bir eşti. Ancak iki bin metrenin üzerine çıktığımızda güçlükle nefes alıyordu ve kolaylıkla bayılıyordu. Meksiko City'de onun yanında yaşamak hiç kolay değildi zira bayılacak ve yerden kaldıracağım diye hiç bitmeyen bir teyakkuz halinde beklemem gerekiyordu.

Patolojiye olan tutkusunu öğrendiğimde, sırf onu memnun etmek için, sadece ayrıcalıklı zoolojik türlerin olabileceği kadar sağlıklı olan ailemin bir dizi patolojik hastalıktan muzdarip olduğunu uydurdum.

Meksika’lılara özgü davranışları araştırmak gibi başka bir tutkusu daha vardı.

—Motorları sever misin? —diye sormuştu bir defasında—. Yanıtın senin milli karakterini ortaya çıkaracağını belirtmek isterim.

İlişkimizde bazı belli başlı düzensizliklere sahipti: örneğin, yemeğimi ödemesini istemeye cüret edemediğim tek kadındı, oysaki peso içinde yüzdüğünü biliyordum, üstelik paraların kendisine değil, Pumpernikel Foundation'a ait olduğundan da emindim. Dirseklerimi masanın üzerinde, kahve fincanımın bir o yanında bir bu yanında birleştirerek ve yüzümü ellerimin arasına alarak aylar boyunca onu izledim, bolca patates ve biftek yedi durdu.

Bifteklerin parasını benim ödeyeceğimi düşünen garsonlar, aylar boyunca belirgin bir küçümsemeyle süzdü beni. Bazen bana acıyordu ve bir parça et ikram ediyordu, ben, tabi ki, aç olmadığımı söyleyerek reddediyordum. Üstelik bir de bahşiş problemi vardı: %1 bahşiş bırakmanın kabul edilebilir olduğu yönünde bir teoriye sahipti, bu teoriye göre yirmi pesoluk bir yemek için kırk sent bahşiş bırakmak savurganlık oluyordu. Ömrüm boyunca bu kadar çok garsonu düşman edinmemiştim.*

Cebimde yirmi peso olan bir gün onu Bamerette'ye götürdüm. İki tekila istedik.

—Buraya en son geldiğimde —dedi— iskoç viskisi içip gitar çalmıştım, garsonlar beni film yıldızı zannetmişti.

Nedendir bilmem, bu söylediklerinden dolayı onu hiç affetmedim.

Vücudunun iriliği başka bir dezavantajdı. Bedenin altında iki dakika kalan kol hemen uyuşuyordu. İlişkimizi temsil edebilecek yegâne tarihsel karakter Sigurd’tu; yedi ateş çemberinden geçip Brunilda'ya** ulaşan, fakat onu uyandırmak mümkün olmadığı için kucaklamayı deneyen, bu da mümkün olmayınca ağır bir eşya gibi sürükleyerek götürmek zorunda kalan Sigurd.**

Ah, Pampa Hash! Benim tatlı, kocaman Pampa Hash'ım!

Öğrenmeye büyük bir merak duyuyordu.
—Beni seviyor musun?
—Evet.
—Neden?
—Bilmiyorum.
—Bana hayranlık duyuyor musun?
—Evet.
—Neden?
—Profesyonelsin, vicdanlısın, işinde oldukça beceriklisin. Bunlar benim hayranlık duyduğum özellikler.

Bu son söylediğim büyük bir yalandı. Zira Pampa Hash dağda bir yıl boyunca araştırma yaptıktan sonra, benim on beş gün içinde uydurabileceğim bir rapor yazabilmişti.
—Bu özelliklere neden hayranlık duyuyorsun?
—Bu kadar çok soru sormayalım ve kendimizi tutkunun kollarına bırakalım.
—Beni arzuluyor musun?

Polis sorgusu gibiydi. Bir gün alışverişe gittik. Hayatımda gördüğüm en zor alışverişti. Ona kalırsa her şey çok pahalı ve çok kalitesizdi veya tam olarak aradığı şey değildi. Üstelik garip bir nedenden dolayı, reyon görevlilerinin bütün mağazayı tarumar ederek ona ürünler göstermekten ve hiçbir şey satamadıktan sonra bütün ürünleri tekrar düzenlemekten zevk aldığını düşünüyordu.

İç çamaşırı meselesi bir senfoninin tekrar eden bölümü gibi ilişkimiz boyunca ortaya çıkıp duruyordu. “I need panties” dedi. İspanyolca nasıl söyleyeceğini ona öğrettim. En azından on mağaza gezdik, hepsinde aynı şey oldu: reyon görevlisinin yanına gidiyorduk, "şeye ihtiyacım var... mmm" diyordu ve kelimenin İspanyolcasını unutup bana doğru bakıyordu: “nasıl söyleniyordu?”, “iç çamaşırı” diye açıklıyordum. Görevli saniyenin milyonda biri kadar bir süre boyunca bana bir bakış atıp iç çamaşırlarını aramaya gidiyordu. Naylon olanları istemiyordu, pamuklu olanları da istemiyordu. Meksika'da pek de bulunmayan bir kumaştan üretilmeli ve utanç verecek kadar büyük boyutta olmalıydı. Doğal olarak hiçbir şey bulamadık. Birkaç tane mango satın aldık, parka gidip bir banka oturduk. Yarım mangonun kabuğunu güçlü dişleriyle nasıl söktüğünü, mangoyu nasıl yalayıp yuttuğunu ağzım açık izledim. Ardından mangonun diğer yarısını kaptı ve aynı işlemi, elinde sadece kuru bir kabuk kalana kadar tekrarladı. Bu kadının bana göre olmadığını o anda anlamıştım. Kendi payına düşen üç mangoyu bitirdikten sonra ağzını ve ellerini dikkatlice sildi, bir sigara yaktı, banka iyice kuruldu, gülümseyerek bana bakıp sordu:

—Beni seviyor musun?
—Hayır —dedim.
Tabii ki bana inanmadı.

Finale yaklaştığımızı biliyordum. Kendini ritme bıraktığı gün her şey son buldu.

Bir partiye katılmıştık, Colonia del Valle'li Fred Astaire olarak tanınan ve çok iyi danseden bir adam da partiye katılmıştı. Adamın özelliği tek başına dans etmesiydi, dans ederken kendi ayaklarına bakıyor, bu şekilde dans etmek onun zevkini arttırıyordu. Bir süre geçti. Tropik bir ritim çalmaya başladı. Korkunç bir şeyler olacağına dair bir his içimi kapladığı sırada birileriyle sohbet ediyordum. Kafamı çevirdim ve gördüğüm karşısında donup kaldım: Pampa, benim Pampa'm, öylesine çok sevdiğim kadın, Fred Astaire'nin etrafında dans ediyordu. Shiva'nın etrafında dans eden Mata Hari'ye benziyordu. Juarez Bulvarında “Ay, Cielitou Lindou…”*** diye şarkı söylemeye başladığı günden beri hiç bu kadar utandırmamıştı beni. Ne yapabilirdim? Tabi ki gözlerimi kaçırdım ve sohbete devam ettim. İşkence saatlerce sürdü.

Sonra yanıma geldi ve Meryem ana gibi ayaklarıma kapanarak konuştu: “Beni bağışla. Kendimi müziğin ritmine kaptırdım.” Hemen oracıkta bağışladım onu.

Kaldığı otele gittik (amacımız barışmaktı), asansöre bindik, tam kapıyı kapatmak üzereydik ki otelin yöneticisi yanımıza geldi ve hangi odada kaldığımızı sordu.

—Hanımefendiyle birlikteyim —dedim.
—Saat ondan sonra ziyaretçi kabul etmiyoruz.

Pampa Hash öfkelendi:
—Siz ne demek istiyorsunuz? Beyefendinin benimle birlikte odaya gelip valizini alması gerekiyor.
—Valizi siz indirin, o burada beklesin.
—Hiçbir şey indiremem, çok yorgunum.
—O zaman belboy indirir valizi.
—Belboy'a ödeme yapmak istemiyorum.
—Belboylara ödemeyi otel yapıyor, señorita.

Bu cümle tartışmaya son noktayı koydu.

Pampa Hash ve belboyun bindiği asansör yükselmeye başladı. Parmaklıklı asansörlerden biriydi, bu sayede belli bir yüksekliğe ulaştığında Pampa Hash'ın iç çamaşırını gördüm. Bunun bir sinyal olduğunu anladım: ortadan kaybolma vakti gelmişti.

Oradan ayrılmak üzereyken, yönetici beni durdurdu: “Valizi bekleyin.” Bekledim. Kısa bir süre sonra belboy lobiye indi ve aslında bana ait olmayan valizi elime tutuşturdu. Sokağa çıktım, adımlarımı kademeli olarak hızlandırarak oradan uzaklaştım.

Zavallı Pampa Hash, aynı gün hem beni kaybetmişti hem de valizinden olmuştu!

                                                             -Son-


Notlar:
* Meksika’da, yasal zorunluluk olmamakla birlikte, hesabın en azından yüzde 15’i kadar bahşiş bırakmak gibi bir gelenek mevcut. Bahşiş bırakmayanların veya daha az bahşiş bırakanların garsonlar tarafından pek de sevilmediği, kulaklarının çınlatıldığı doğrudur/812.

** Cermen mitolojisinde adı geçen iki kahraman.

*** Bir Meksika halk şarkısı. Dinlemek isteyenler buraya tıklayabilir.




1 yorum:

  1. Teşekkür ederiz youtube da dinleme şansımız da oldu parçayı.

    YanıtlaSil

Acción Poética

Acción Poética

Joyas de America Latina

Joyas de America Latina
Gabriel "Gabo" Marquez