İspanyolca ile ilgili bir çok şey

Kısa Hikayelerim I - Dragan Gorbaçov

 

İnsan kendini bazen bir şekilde bir yerlerde bulabiliyor ve bulunduğu yere onu getiren olaylar silsilesini gözden geçirirken “mantığım neredeydi acaba” sorusunu kendine sorabiliyor.

Buraya otur, yoldaş” buyruğuna uyarak oturduğum sandalyede etrafa bakarken tam da bu duyguyu yaşıyordum. Tedirginliğim biraz olsun azalsın diye odayı kesmeye başladım.

Sağ tarafımda, ışığını yaymak için çok çaba gösterdiği belli olan, eskimişliğin tarifi zor ama görenin “evet, bu eşya eski” diye anında teşhis koymasını sağlayan rengini almış bir lambader, karşımdaki duvarda Tito’yu haşin bakışlarıyla sigara içerken gösteren bir poster ve Tito’nun baktığı tarafta asılı, siyah beyaz bir kadın fotoğrafı, solda duvara kadar uzanan, tedirginliğimi artırmaktan başka bir işe yaramayan boşluk, tam arkamda sandalyeyi yaslamaya çalışır çalışmaz sırtımın acımasına neden olan duvar ve karşımda titreyen elleriyle, gözlüğünün üzerinden bakarak enjektörün ucunu flakona geçirmeye çalışan Dragan.

Cemil abi var, mahallenin eskilerinden. Durağın karşısındaki çay bahçesinde akşama kadar oturup gelen geçene laf atar, gençleri etrafına toplayıp bol keseden sallar durur. Biraz gel git akıllıdır ama eli kolu uzun, tanıdığı çoktur. Kimin bir şeye ihtiyacı olsa, kim “şuradan şunu alacam, buradan bu ustayı çağırıp falanca işi yaptıracam” dese hemen sağ avucunu nazi selamı verir gibi yukarı kaldırır ve nutuk atmaya başlar: “dur orda paşam, senin baban zengin mi? Bu işi sen kime yaptıracaksın biliyor musun? Şey var bizim…. şeyde işte –hafızası beş altı yıldır gidip gelir böyle, bir türlü ikna edemedik onu bunamaya başladığına- ya işte şeyde olum ya hani…”

Tavsiye ettiği kişiler genelde sorunlu çıkar, musluğunu yaptıranın musluğu birkaç ay sonra mutlaka damlatır, damını sıvatanın damı akar, ayakkabısını yamatanın yağmurlu havalarda ayağı sırılsıklam olurdu. Ama Allah var, onun tavsiye ettiği yerden ucuzunu, işi yapmaya gönüllü ve tez canlı olanı da bulamazdık.

Hiçbir ağrı birden bire başlamaz. Önce küçük sinyaller gönderir, ertelenir veya paliatif çözümlerle bastırılır. Hissedilmese de her zaman oradadır, zamanını kollar ve bir gün gelir hiç beklemediğiniz bir anda saldırıya geçerek sizi alaşağı eder. İnsan olmanın “ben her şeyle başa çıkabilirim” cümlesinde kendini bulan kibrini bir tarafa bırakıp, yardıma ihtiyacınız olduğunu kabullendiğinizde kalkar doktora gidersiniz.

Ben de öyle yaptım ve birkaç ayda bir saldırıya geçen ve beni apranax'tan, dolorex'e, majezik'ten minoset'e, arvales'ten parol'e bilcümle ağrı kesicinin müptezeli yapan diş ağrımı çözmek için doktora gitmeye karar verdim.

Durağın oraya gidip de Cemil abi’ye yakalanmamak ne mümkün! Dişçiye gittiğimi anlatınca hemen nazi selamına durdu. “Senin klinik paralarından haberin var mı paşam, gömü buldun bir yerlerden de bizim mi haberimiz yok? Sen şeye gideceksin, hani şeyde yaşıyor. Hem sizinkilerden. Otur otur, ben şimdi onu ararım.”

Durağa devam etmek yerine masaya oturmamın üç nedeni vardı; birincisi param muhtemelen kliniğe yetmeyecekti. İkincisi mahallemizin abisini kırmak istemiyordum. Üçüncüsü, belki de en önemlisi, “sizinkiler” derken neyi kastettiğini merak ediyordum.

Çay geldi - acıdan içemedim- Cemil abi, Dragan’ın hikayesini anlatmaya başladı –acıdan pek dinleyemedim-. Yugoslavya dağılırken savaştan kaçıp gelmiş. Savaş sırasında diş hekimliği okuyormuş, okulunu bitirememiş ama olsunmuş zaten okulu bıraktığında son sınıftaymış, gereken her şeyi öğrenmiş, üstelik kaçak göçek de olsa yıllardır burada dişçilik yapıyormuş. Param cebimde kalsınmış, benim babam Karun’muymuş da acaba haberi mi yokmuş…

Yugoslavya lafını duyunca “sizinkiler” derken neyi kastettiğini anlamıştım. Dişimin ağrısını bir süreliğine unutup, Yugoslavya’ya karşı beslediğim büyük ve bir o kadar da anlamsız sevgimi bildiği halde bugüne kadar bana doktordan neden bahsetmemiş olacağını düşündüm. “Bunamak böyle bir şey demek ki” diye geçiştirdim. Diş ağrım yine baskın gelince bir elimi yanağıma götürüp diğer elimle Cemil abiye telefon işareti yaptım. Anladı. Rehberi karıştırdıktan sonra aradı. “Doktor? Nerdesin? Ne? Lokantaya mı gittin? Ne tatlısı… tatlı yeme, kaç paradır şimdi. Eski huyların tuttu banka soydun da bize mi söylemedin? Bak sana işimiz düştü… Durağın oraya…. Tamam.”

Dragan on dakika sonra geldi. Dedim ya, hiçbir esnaf Cemil abinin tanıdığı esnaflar kadar tez canlı değildi. Altmışlı yaşlarındaydı. Tepesi dökülmüş ve yanları tamamen ağarmış saçları ve gözlüğüyle Gorbaçov’u andırıyordu. “Sovyetler birliği başkanına benzeyen, Yugoslav uyruklu kaçak diş doktoru” cümlesi aklımdan geçince olayın absürtlüğüne takıldım. Bu kadar absürtlük yetmezmiş gibi Dragan Gorbaçov ayağa kalktı, “göster, bakayım bir durum nedir” diyerek tepeme dikildi. Taburede oturarak kafamı kaldırıp ağzımı açabildiğim kadar açtım. Gözlüklerini ikide bir takıp çıkararak ağzımın içini bir süre ciddiyetle teftiş etti. Sonra taburesine oturdu. Etrafa bakındım, diğer masalarda oturanlar oralı bile değildi. Dünyanın benim etrafımda dönmüyor olmasına üzülerek fakat içinde bulunduğum saçma durumu kimsenin takmıyor olmasıyla teselli bularak, “nedir?” diye sordum. “Kötü, yoldaş” dedi “çıkartmamız gerekiyor. İlacım bitti, yarın akşama kadar dayanabilirsen yazıhaneye gel, halledelim.” Dayanabileceğimi söyleyip ertesi gün akşam onun evinde buluşmak üzere sözleştik.

Doktoru gördüğümden midir bilinmez ağrım geçmişti. Saatlerce oturup Yugoslavya’dan, Sovyetler birliğiyle uyuşmazlıklardan, Tito’dan, Partizanlardan, Bağlantısızlar Hareketinden konuştuk. O gece eve döndüğümde yeniden başlayan ağrıma aldırmadan birkaç cümle öğrendim. Mesela onların dilinde “Zivio Titooooo” Yaşasın Tito demekmiş. “Smrt faşizmu” Kahrolsun faşizm, “Sloboda narodu” Halka hürriyet, demekmiş. Bunları bir güzel ezberledim, böylelikle diş randevum sırasında doktora kendi dilinde bir şeyler söyleyerek incelik yapacak, çok sevdiğim ve yarın beni diş ağrımdan kurtaracak olan Yugoslav halklarına kültürel manada bir teşekkür sunmuş olacaktım.

Hiçbir tedirginlik, hiçbir kaygı birden bire oluşmaz. Yıllarca birikenler geri planda işler ve orada olduğunu bile bilmediğin bir çukurun içine düşüverirsin. Veya bir gün dişin ağrır, durakta Cemil abiye rastlarsın ve ertesi gün rahatsız bir sandalyenin üzerinde, ellerinin titrediğini fark ettiğin bir doktorun karşısında, etrafı keserken bulursun kendini.

Doktor sonunda enjektörün ucunu uyuşturucu ilacın flakonuna soktu ve ilacı topladı. Ağzımı kocaman açmamı söyleyip ilacı uyguladı. “Bekleyeceğiz” diyerek kanepenin üzerine oturdu ve gözünü duvardaki kadın resmine dikti.

Dişçi koltuğuyla uzaktan yakından ilgili olmayan bu sandalye, diş kliniklerindeki hareketli lambaların yerini tutmakla görevlendirildiği için dibime kadar yaklaştırılan bu lambader, elleri titreyen bu doktor, dakikalar geçmesine rağmen dişimi uyuşturamayan o ilaç… her şey ama her şey tekinsizdi. Dragan’a baktım. Fotoğrafa dalıp gitmişti. Belki de orada olduğumu bile unutmuştu. Şimdi ayağa kalksam, hiçbir şey söylemeden kapıdan çıkıp gitsem haberi bile olmayacaktı. “Adı neydi?” diye sordum. İrkildi, “sen de nereden çıktın” dercesine bana baktı. “eee Radmila, adı Radmila’ydı” diye kekeledi. Ben Radmila’ya ne olduğunu, savaş sırasında mı yoksa buraya geldikten sonra mı öldüğünü düşünürken doktor kendinden emin bir şekilde ayağa kalktı ve “Ağzını aç” diye emretti.

Öz güvenli hareketlerinden cesaret bularak ağzımı açıp kafamı kaldırdım. Lambader gözümü alıyor, kerpeteni ağzıma sokan ve arada bir gözlüğünü düzelterek manevralar yapmaya başlayan doktorun yüzünü görmemi engelliyordu. Etrafımda olan biteni takip etmeye alışkın olan ve çevresel farkındalığı yüksek olmakla övünen bünyem, doktorun mimiklerine bakarak işlemin nasıl gittiğini takip edemeyeceğimi fark ettiğim anda sarsılmaya başladı. Olay o andan itibaren kontrolümden çıkmıştı.

Hiçbir ağrı mutlak değildir. “Ağrının en yükseğini deneyimledim bunun ötesi yoktur, olsa da ona kimse dayanamaz zaten” derken daha büyük ağrılar deneyimler, kimsenin baş edemeyeceğini düşündüğü o ağrıyla bizzat kendi baş edebilir insan. Matematikte her sayının bir fazlası, hayatta her ağrının bir üst boyuta var.

Kerpeten dişime değdiğinde ve uyuşturucu ilacın hiç bir işe yaramadığını anladığımda o boyuta ulaştım. Doktor kafamı sıkıca tutuyor, hiçbir şey söylemeden kerpeteni oraya buraya işletiyordu. Biraz dirayetlenirim ve olan biten hakkında fikir sahibi olabilirim diye başımı güçlükle lambaderden uzaklaştırarak doktoru, Radmila’yı ve Tito’yu seçebileceğim pozisyona getirdim. Doktorun gözlüğü burnunun ucuna kadar kaymıştı. Alnı terlemişti. Biraz önceki öz güvenli hali yoktu, bir şeyler yapabilmek için çabalıyordu. Tito ve Radmila olan biteni izlemek için bakışlarını bize çevirmişlerdi. Ağrıdan bayılmak üzereydim.

Canım acıyor, Doktor” demek istedim ama ağzımın içinde dün gece öğrendiğim kelimeleri gevelemeye başladım. Doktor ters bir hareket yaparak kerpeteni tam ağrıyan yere vurdu, "Zivio Titooooo" diye bağırdım, kerpetini ağrıyan dişimin etrafındaki diş etlerine bastırarak dişime kilitledi “smrt faşizmuuuuu”, kavradığı dişin kökünü sağa sola oynatmaya başladı “sloboda naroduuuuuu”, damağımın altından kütürdemeler başladığını hissettim, doktorun gözlüğü yere düştü, kerpetini iki eliyle kavrayıp ayağını sandalyeye dayadı. Hırs yapmıştı, kendini geriye doğru çekerek dişi kanırttı. Öğrendiğim kelimeler bittiği için Rusça’ya geçip “Tovarişşşşşş” diye bağırarak ağzımı açabildiğim kadar açtım. O ana kadar sesiz duran doktor da “Radmilaaaaa” diye bağırarak olanca gücüyle yüklendi. Dişimle birlikte damağımın, çenemin hatta kafamın da yerinden çıktığını zannederek yere yığıldım. Dişin çıkmasıyla dengesini kaybeden doktor lambadere çarparak düştü. Bir iki defa sallandıktan sonra lambader de devrildi. Sürekli yanmayı bıraktı ve bir yanıp bir sönmeye başladı. Acıdan ağlamaya başlamıştım, doktor da bir şeyler mırıldanarak ağlıyordu. Yugoslavya misali dağılmıştık odanın orasına burasına. Bir süre ağladıktan sonra ayağa kalktım. Önceden hazırlayarak cebime koyduğum parayı sandalyenin üzerine bırakarak hiçbir şey söylemeden dışarı çıktım. Doktor Radmila’nın resmine bakarak ağlamaya devam ediyordu.

Eve doğru yürürken bıraktığım paranın yeterli olup olmadığını düşündüm. Aklımdan istemsiz bir şekilde "Yeter ya daha ne olsun, piyangodan büyük ikramiyeyi kazandım da benim mi haberim yok?" cümlesi geçince dayanamadım Cemil abiye sağlam bir küfür salladım.

 ***

-Gaziantep, Şahinbey-




Mektuplar - Fellini'den Buñuel'e İki Kısa Mektup

aşağıdaki mektupları, buraya tıklayarak ulaşabileceğiniz ispanyolca versiyonundan çevirdim. keyifli okumalar dilerim.


Luis Buñuel ve Federico Fellini filmlerinde sefaleti, gösterişi ve zenginliği yansıtarak, hem zenginlerin hem de yoksulların eşit insanlar olduğu sonucuna varırlar. Her iki yönetmen de, ne hicvettikleri ne de alay ettikleri dışlanmışlara olan bağlılıklarını, onlarla olan kardeşliklerini gizlemezler. Onlar kurbandır. İğneleme burjuvalar içindir, mış gibi yapanlar içindir, ahlaksızlıklarını halının altına süpürenler içindir. Fellini sirk insanlarının, küçük çaplı dolandırıcıların, fahişelerin ve işsizlerin ardındaki masumiyeti görür.

Buñuel ilk filmlerinde, Galdos'un eserlerinde de açığa çıkan burjuvazinin riyakârlığını teşhir eder (Tierra sin pan, Los Olvidados ve El gran calavera).

Bu iki yönetmen din karşıtlığı ve faşizme ve baskıcı eğitime duydukları nefrette birleşmektedirler. Fellini'nin büyük filmi Amarcord'u hatırlayalım.

Aragon'lu, gösterildiği sinemadan sonunu beklemeden çıktığı Casanova hariç Fellini'nin filmlerini severdi.

Sinema, oturduğunuz yerden izleyebileceğiniz bir mucizesinden başka bir şey değildir.

Fellini'nin Buñuel'e gönderdiği mektupların her ikisi de Litoral: Şiir ve Düşünce dergisinde yayınlanmıştır [Libros Rodas, S. A.: Ediciones Litoral, 1968]:


                                                          

Roma, 3 Mayıs

Sevgili Luis,

Dün akşam "Burjuvazinin Gizli Çekiciliği" filmini izledim. Filminizi ne kadar beğendiğimi, beni ne kadar eğlendirdiğini ve sevindirdiğini söylemek isterim, beni hemen size yazmaya teşvik eden çok derin ve kişisel his ve duyguyu öyle alelade bir şekilde ifade etmek mümkün değil.

Son eserinizdeki canlılık, muhteşem doğallık, imkansız ve tedirgin edici fantezi, acımasız ve gayet insani mizah, kışkırtıcı olmakla birlikte aynı zamanda mümkün görünen özgürlük tahayyülü; sizi benim gözümde, zamanın ölümcüllüğünü ve cüretkar değişimleri görmezden gelerek yaratıcılığı besleyen bir unsur olarak cisimleştirdi.

O an size karşı büyük bir rahatlık, ferahlatıcı bir güven ve kafa karıştırıcı derecede canlı bir minnettarlık hissettim. Sana söylemek istediğim buydu, sevgili hocam. Büyük bir saygıyla seni selamlıyorum ve kalbimin en derin yerinden iyi işler çıkarmanı ve iyi bir şansa sahip olmanı diliyorum

Sevgilerimle,

Federico Fellini, vía Margutta 110. Roma.

 

***

Federico Fellini

Via Margutta 110. Roma

Sevgili Luis,

Mektubunu almak ne büyük bir  sevinç! Ne büyük bir tatmin benim sevgili ve cömert arkadaşım!

Sana İtalyanca yazdığım için beni bağışla, Fransızcam çok “uydurma” ve eminim ki sana anlatmak istediklerimi İtalyanca'da çok daha iyi ifade edebileceğim. Aslında sana kelimeler değil, minnettarlık, kutlama ve sevgi duygumu göndermek istiyorum.

Teşekkür ederim, sevgili Luis, kalbimin en derin noktasından. Seni kucaklıyorum ve çalışmalarında aynı başarıyı ve direnci gösterebilmeni diliyorum.

Sevgilerimle,

Federico Fellini

Not: Giulietta'nın da selamı var, seni arkadaşca kucakladığını ve öptüğünü söylüyor.







Röportajlar - Albert Camus - Zina Yapan ve Gazete Okuyan Modern İnsan

aşağıdaki röportajı, buraya tıklayarak ulaşabileceğiniz ispanyolca versiyonundan çevirdim. keyifli okumalar dilerim.




"Bir gün bir bakmışsın ki veba, talihsiz insanlara ders vermek için farelerini uyandırmış ve onları mutlu bir şehirde ölüme gönderivermiş".

Büyük edebi eserlerde, insanlar ve hayat üzerine büyük metaforlar bulunur. Bu metaforların aranması için keşfetme ruhu gerekir; gerçeklik algısı hassaslaşmalı aynı zamanda okunan metin iyi yorumlanmalıdır, bunlar yapıldığında veya okumanın getirdiği mucizevi bir anda metaforlar kendini belli etmeye ve okuyucu ürpermeye başlar, umarım öyle de olur.

Albert Camus'nün Veba romanı, yazıldığı dönemde -ki bu dönem bize çok da uzak değil- ikinci dünya savaşı sonrası Fransa'da yazılan en önemli roman haline gelmiştir. Metaforik bir romandır ve hem günümüzde hem de yazıldığı zamanda geçerli olan semboller içermektedir. 

"…Bu bahtiyar kalabalığın kitaplarda yazılanlardan habersiz olduğunu, veba basilinin asla ölmediğini ya da yok olmadığını, mobilyalarda, giysilerde onlarca yıl hareketsiz kalabildiğini, yatak odalarında, mahzenlerde, bavullarda, mendillerde ve kağıtlarda sabırla beklediğini ve bir gün vebanın, talihsiz insanlara ders vermek için farelerini uyandırıp, onları mutlu bir şehirde ölüme gönderebileceğini biliyordu".

Albert Camus'nün bu sözü bugün de yazıldığı zamanki kadar günceldir, sadece metaforun içeriğini bulmak için çaba sarf etmeniz gerekir. İşte yazarla yaptığımız aşağıdaki söyleşi de böyle bir arayışın konusu olacaktır.


Kötü ruh hali hakkında ne düşünüyorsun, Camus?
Bütün büyük hayvanlar, iyi veya kötü ruh hallerine hükmetmek gibi bir ayrıcalığı vardır.

İnsan da büyük bir hayvan mıdır?
İnsanlar üzerine yeterince düşündüğümüzde, -bir meslek olarak veya bir hobi olarak bunu yapabiliriz- genellikle primatlara karşı bir özlem hissettiğini görürüz.

Modern insanı bir kaç kelimeyle tanımlayın.
Aslında bir cümle yeterli olacaktır bu tanım için: zina yapan ve gazete okuyan insan.

Bu kadar mı?
Bu kadarı yetmez mi?

İnancını kaybetmiş bir insana benziyorsunuz.
Köyümde bir misilleme saldırısı olmuştu, Alman subayı yaşlı bir kadına kibarca neyi sordu biliyor musun? Rehine olan oğullarından hangisinin önce kurşuna dizilmesini istediğini. Böyle bir seçim yapmak zorunda kaldığını düşün Onu mu? Bunu mu? Olayı buradan düşün. Neyse bundan daha fazla bahsetmeyelim, inan bana beyefendi her şey mümkün?

Bu münferit bir olay, Albert, münferit...
Münferit mi? Bir zamanlar güvensizliği reddeden, tertemiz bir kalp tanımıştım. Pasifist, özgürlükçüydü, hem hayvanları hem de insanlığı olanca temizliğiyle kalpten seviyordu. Besbelliydi ki özel bir ruhtu. Avrupa’da din savaşları yayıldığında kıra çekildi. Evinin kapısına da bir yazı astı: "Nereden geliyorsanız gelin, evime hoş geldiniz, buyurun içeri girin" Bu güzel daveti kim kabul etti biliyor musun? Birkaç milis babalarının evine girer gibi içeri girdi ve onun karnını deşti.

Bunu yapan milislerdi, Hıristiyanlar değil...
Koyu bir Hıristiyan olan bir arkadaşım, kendisine yaklaşan bir dilenci gördüğünde hissettiği ilk duygunun nahoş olduğunu itiraf ederdi... Her neyse, gel birlikte kadehimizi kaldırıp, içelim, sempatine ihtiyacım var.

Anlamadım.
Evet, şok edici bir itiraf yaptığımın farkındayım. Peki, siz daha önce hiç sempatiye, yardıma, dostluğa ani bir şekilde ihtiyaç duymadınız mı? Sempatiyle yetinmeyi öğrendim. Sempati daha kolay bulunuyor ve hiçbir şeyden taviz vermeniz gerekmiyor... Arkadaşlık daha karmaşık bir konudur. Arkadaşlığın elde edilmesi zor ve meşakkatli bir süreçtir, ancak elde ettiğinizde ondan kurtulamazsınız, onunla başa çıkmanız gerekir. Arkadaşlarınızın her gece sizi arayacağınızı ve yapmaları gerektiği üzere o gece intihar etmeye karar verip vermediğinizi soracağınızı zannetmeyin. Bunu yapmayacaklar, hatta sizi yürüyüşe çıkmak isteyip istemediğinizi sormak için dahi sizi aramayacaklar.

Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?
Emin ol ki böyledir. Sizi yalnızca hayatınız güzel olduğunda ve aslında yalnız olmadığınız bir zamanda ararlar...

Duyumlarıma göre bu konu sizin çok dikkatinizi çekiyor…
Arkadaşlık ve dostluk hikayeleri beni büyülüyor. Bir keresinde bir adamdan bahsetmişlerdi; bu adamın arkadaşını hapse atıyorlardı, o da arkadaşının yoksun kaldığı rahatlığı yaşamamak için her gece yerde yatmayı tercih ediyordu.

Peki siz, bir arkadaşınız için bunu yapabilir miydiniz?
Yapabilir miydim? Bak, bunu yapabilmek isterdim ve yapardım. Evet, hepimiz bunu bir gün hepimiz yapabileceğiz ve kurtuluşumuz bundan geçecek.

Siz bir kahraman mısınız yoksa yanlış mı anlaşıldınız, Bay Camus?
Kahramanlar, sevgili dostum, unutulmak, hakarete maruz kalmak veya kullanılmak arasında bir seçim yapmalıdır. Doğru anlaşılmak diye bir seçenek yok!

Peki ya olağanüstü insan fikri?
Hepimiz olağanüstü insanlarız. Hepimizin bir arayışı var. Herkes ne pahasına olursa olsun masum olmak ister, hatta insanlığı ve gökyüzünü bile suçlamak gerekse bile...

Masumiyet...
Orta Çağ'da rahatsız oda olarak adlandırılan yeraltı hücrelerini bilmiyor musunuz? Bu hücreleri diğerlerinden ayırt eden özellik boyutlarının tasarımıdır. Ne ayakta durmanıza olanak tanıyacak kadar yüksektir ne de uzanabileceğiniz kadar geniş. Diyagonal bir yaşam sürmenizi gerektirir; uyursanız kesin düşersiniz ve uyanıkken çömelmek zorundasınızdır. Her geçen gün, bedenini katılaştıran o değişmez direnç, mahkum adamı suçlu olduğuna ve özgürlüğün ayağını rahat bir şekilde uzatabilmekten ibaret olduğuna inandırırdı.

İlahi adalet tarafından yargılanması gereken bir buluş gibi...
İlahi adalet dediniz. İzninizle saygımı bozmadan güleceğim. Ben daha berbat bir şey biliyorum, insanların adaleti. Size büyük bir sır vereceğim, dostum. İlahi adaleti bekleme. Adalet de adaletsizlik de burada.

Bence bu kadarı yeterli. Bakalım siz sözünüzde duracak mısınız ve akşamları beni arayıp intiharın eşiğinde olup olmadığımı soracak mısınız…
İyi de ben senin arkadaşın mıyım? Sakinleşelim biraz. Vakit geç oldu, her zaman da çok geç olacak. Mutlu kalalım!


Traducciones Vagas de Literatura Turca - Poema de 35 Años de Cahit Sıtkı Tarancı

en este blog que llevo desde hace más de una decada suelo traducir textos de la literatura latinoamericana al idioma turco. por si hay hispanohablantes interesados en el turco, y claro, en la literatura turca, empiezo esta nueva serie, pensando que traducir de la literatura turca al español me ayudaría a mantener un bloque más justo y equilibrado. dedico el primer post a uno de mis poetas favoritos, cahit sıtkı tarancı y a su poema más conocido, el poema de 35 años. espero que mi traducción sea suficiente y que os guste. con el deseo de verte en los próximos artículos de la serie.


¡treinta y cinco años! es la mitad del camino.
en medio de la vida estamos como dante.
la joya de la juventud,
se marchara sin mirar atrás
si quieres rogar, hazlo, suplicar, hazlo
es inútil

acaso nevó en mis sienes?
mía es esa cara rayada?
y esas ojeras que tengo?
por qué son enemigos ahora
espejos, amigos de largos años?
cómo cambia uno con el tiempo!
miro una foto, no seré yo, y la otra, tampoco
a dónde fueron los días de entusiasmo y emoción
ese hombre sonriente no soy yo
es mentira que sea despreocupado
a penas recuerdo mi primer amor
incluso su recuerdo es ajeno
hemos separado uno por uno
con los amigos que empezamos el camino
nuestra soledad es cada vez mayor

aprendí, aprendí
que el cielo tiene otro color
que la piedra es dura
que el agua ahoga, el fuego quema
cada amanecer es un dolor
cuando llegas a esta edad, te das cuenta
¡membrillo amarillo, granada rojo... es otoño!
cada año lo acepto un poco más
por qué los pájaros revolotean en el aire
de dónde salió ese funeral?
quién es el que murió?
cuántos jardines destruidos?

sea lo que sea, la muerte nos acecha a todos
dormirás y no te despertarás
quién sabe dónde, cómo, a qué edad
tendrás un reino de poco tiempo
durante la oración, digamos
en el trono de piedra de luto


nota: es una ironía del destino que cahit sıtkı tarancı, quien consideraba los treinta y cinco años como el punto medio de la vida en ese poema, tuviera sólo 46 años cuando murió. es que no somos nadie.



Lorca, Buñuel ve Dali II. Bölüm - Öğrenci Yurdu / Çıkış

salvador dalí ve federico garcía lorca 1920'li yılların başında yurda yetleşir, burada tanışır ve kısa sürede kaynaşırlar. hatta biraz fazla kaynaşırlar (over-kaynaşma). genç yaşlarına rağmen eleştirel tavır alarak topluma ve sanatın güncel haline sopasını sallayan bu iki deli birbirini görünce sopalarını saklar, benzer düşünceye sahip olmanın memnun ediciliği ve gençliğin verdiği heyecanla yakınlaşır, bir süre sonra aynı odaya çıkarlar, bir yandan resim çizip bir yandan şiir okurlar. lorca, dali için "oda a salvador dali" şiirini yazar, dali, lorca için "sant sebastia" tablosunu çizer. 




bu ilişkinin bir boyutu entelektüel uyum diğer yanı ise romantizmdir. lorca'nın eşcinselliğini yurtta bulunan öğrencilerin neredeyse tamamı bilmektedir zira toplum içinde açık açık söylemese de yazdığı şiirlerle ve "gözüne kestirdiği" kişilere tenhada "yürümesiyle" bunu belli etmiştir. buñuel bu konuya hatırlarında yer vermiştir:

"üniversitenin organize ettiği ve miguel unamuno'nun da katıldığı bir yemekteydik. çorbayı içtikten sonra federico'ya fısıldayarak -dışarı çıkalım, seninle konuşmam gerekiyor- dedim. biraz şaşırdı ama teklifimi kabul etti. yakınlarda bulunan bir tavernaya gittik. laf arasında ona doğrudan -ibne olduğun söyleniyor, bu doğru mu?- diye sordum. hızla ayağa kalktı ve -seninle arkadaşlığımız bitti- dedi."

buñuel o dönemlerde -daha sonraki yılları hakkında ilerleyen bölümlerde konuşabiliriz- oldukça homofobik bir yapıya sahipti. eşcinsellere yaklaşıp kendileriyle para karşılığında birlikte olabileceğini söyleyip, randevu verip gitmemek veya verdiği randevuya arkadaşlarıyla gidip eşcinselleri dövmek gibi sıkıntılı tavırları vardı. bütün bunlara rağmen -yurtta kalan diğer öğrenciler gibi- lorca'nın sanatına hayrandı. buñuel gibi lorca'nın eşcinselliğinden hoşlanmayan başka öğrenciler de vardı ama ne zaman lorca piyanonun başına geçip şarkı söylemeye veya şiir okumaya başlasa hayranlıkla onu izlemeye koyulurlardı.

lorca'nın eşcinselliği ve dali'yle olan ilişkisi buñuel'de gelgitli bir tepkimeye neden oluyordu. zira lorca onun yolda çevirip elinden birkaç peseta aldığı ve ardından tokatlayıp gönderdiği basit bir eşcinselden ibaret değildi, aksine, lorca kendisi için çok önemliydi:

"baş başa ya da başkalarıyla birlikte unutulmaz saatler geçirdik. ben hala kasabadan gelmiş kaba saba bir insandım, lorca bana şiiri, özellikle de artık çok iyi bildiğim ispanyol şiirini öğretti. tanıdığım tüm canlılar arasında federico lorca'nın yeri ayrıdır. tiyatrosundan ya da şiirlerinden bahsetmiyorum, kendisinden bahsediyorum. başyapıt olan eserleri değil, kendisiydi. piyanonun başına geçip chopin çaldığında veya pandomim ya da kısa bir tiyatro sahnesi canlandırdığında her şeyi unuturdunuz. onda tutku, neşe ve gençlik vardı. ateş parçası gibiydi."

bana kalırsa dali'nin lorca'yı kendisine tercih etmesi onda rahatsızlıktan çok kıskançlığa neden oluyordu. zira ne zaman yurdun dışında bir planları olsa ve dali'yi de davet etse, dali yurtta kalmayı ve lorca'yla vakit geçirmeyi tercih ediyordu. 

1920'li yılların ispanya'sında eşcinsel olmak yani toplum tarafından dışlanan bir cinsel tercihe sahip olmak fakat buna rağmen toplumu derinden etkileyen eserler vermek, lorca'da karmaşık bir kişilik oluşmasına neden olmuştu. bu karmaşık kişilik lorca'nın ilişkilerinde kendini çok net bir şekilde gösteriyordu zira bütün ilişkileri fırtınalı, inişli çıkışlı, ani gelişmelere, gerilemere, dostluktan nefrete, nefretten sevgiye hızlı bir şekilde geçişe açıktı. gizliden yaşamak zorunda olması nedeniyle aşk dünyası hakkında bilinenler sınırlı, söylentiler çoktu. dali'yle olan ilişkisi de bilinmezlerle ve söylentilerle doluydu. dali'ye sorulduğunda, bu denli yakınlığa rağmen aralarında cinsel herhangi bir ilişki bulunmadığını, lorca'nın kendisine birkaç defa birlikte olmayı teklif ettiğini fakat kendisinin bunu kabul etmediğini söylemiştir: 

"federico, herkesin bildiği gibi, bana deli divane aşıktı ve beni iki kez g*tümden b*cermeye çalıştı, ama ben bir ibne olmadığımdan ve bu tavrı beni çok incittiğinden kendisini derhal reddettim, sonrasında tamamen platonik bir sevgi besledi, bana hep hayranlık duydu."

bu serinin ilerleyen yazılarında ele alacağımız dali ve gala ilişkisini ve dali'nin eurotofobi'sini yani kadın cinsel organından korkuyor oluşunu da göz önünde bulundurduğumuzda bu ifadenin pek de doğru olmadığı bellidir. yine bana kalırsa -ki zannımca kalmaz ama yine de söyleyeceğim- dali çocukluğundan itibaren biriktirdiği bütün travmaları bastırmış, korkularıyla asla yüzleşmemiş, bunun yerine kendisini "deli-dahi" maskesi arkasına saklamış gizliden gizliye eşcinseldi ve yine gizliden gizliye -hatta çok da gizlemeden- faşistti. güzel resim çizen ama ressamdan çok şovmen/performans sanatçılığı yapan bir ruh hastasıydı bana göre. aralarında en akıllısı görünmesine rağmen en manyağı buydu. neyse yazının sonuna doğru çileden çıktım. sakinleşeyim.   

lorca ve dali

dali bir süre boyunca lorca ve buñuel arasında gidip gelecek son kertede buñuel'le ilerlemeye karar verecektir. yurttan her biri alanlarında kendini geliştirmiş olarak çıkmış, dali meşhur tablolarını çizmeye başlamış, lorca'nın tiyatro oyunları sergilenmeye başlamıştır. kısa süre sonra buñuel de (dalinin de yardımıyla) ilk filmini çekecektir. 

dali ve lorca el ele gidiyorlar. ama aranızda bir şey yok di mi dali abi

serinin sonraki yazısında devam ederiz. kapanışı bir lorca şiiriyle yapalım.

Kurtuba
Uzakta tek başına

Ay kocaman at kara
Torbamda zeytin kara
Bilirim de yolları
Varamam Kurtuba'ya

Ovadan geçtim yel geçtim
Ay kırmızı at kara
Ölüm gözler yolumu
Kurtuba surlarında

Yola baktım ama yol uzun
Canım atım yaman atım
Etme eyleme ölüm
Varmadan Kurtuba'ya

Kurtuba
Uzakta tek başına

Çeviren - Melih Cevdet Anday


bu da şiirin bestelenmiş ve zülfü livaneli tarafından icra edilmiş hali.




Traducción en Turco de Poema Itaca de Kavafis

te lo diré sin rodeos. no puedes aprender turco estudiando en mi blog. pero puedes visitarlo de vez en cuando y encontrar algún contenido chevere. precisamente por eso escribo algo siempre que tengo ocasión -ganas mejor dicho-. no cuento con el objetivo concreto de enseñar turco a hispanohablantes. mi propósito al escribir aquí, tal vez, sea sólo dejar una pequeña huella en este mundo. a mi juicio, éste es el empeño de muchos seres vivos. fruto de la tristeza de dejar un día este mundo donde están -sobre o debajo de tierra- todos nuestros seres queridos, surge el deseo de dejar huella y todos hacemos algo. algunos escribimos un libro, otros tallamos piedras y hacemos esculturas, otros pintamos, y los que no podemos hacer nada intentamos tener descendencia y transmitir nuestros genes a la siguiente generación. en conclusión, nacer es nuestra mayor tragedia y la muerte es nuestro mayor temor. y lo más tragico -o relajante- es que no tenemos remedio para ninguno de estos dos casos. 

ya ya... dejo de decir chorradas. 

hoy les voy a compartir la traducción en turco del poema de itaca de uno de mis poetas favoritos, el griego, kostantinos kavafis. de hecho, escribiré todo el poema en español, primero, y en turco en segundo lugar, para que alguien que estudia turco compare ambos textos. quien sabe, tal vez un día tengo bastante tiempo y ganas para examinar la traducción de algunos versos y ayudar a esa persona a estudiar turco. pero hoy no tengo ganas. 


traducción en español

itaca

cuando emprendas tu viaje a Itaca
pide que el camino sea largo,
lleno de aventuras, lleno de experiencias.
no temas a los lestrigones ni a los cíclopes
ni al colérico poseidón,
seres tales jamás hallarás en tu camino,
si tu pensar es elevado, si selecta
es la emoción que toca tu espíritu y tu cuerpo.
ni a los lestrigones ni a los cíclopes
ni al salvaje poseidón encontrarás,
si no los llevas dentro de tu alma,
si no los yergue tu alma ante ti.

pide que el camino sea largo.
que muchas sean las mañanas de verano
en que llegues -¡con qué placer y alegría!-
a puertos nunca vistos antes.
detente en los emporios de fenicia
y hazte con hermosas mercancías,
nácar y coral, ámbar y ébano
y toda suerte de perfumes sensuales,
cuantos más abundantes perfumes sensuales puedas.
ve a muchas ciudades egipcias
a aprender, a aprender de sus sabios.

ten siempre a Itaca en tu mente.
llegar allí es tu destino.
mas no apresures nunca el viaje.
mejor que dure muchos años
y atracar, viejo ya, en la isla,
enriquecido de cuanto ganaste en el camino
sin aguantar a que Itaca te enriquezca.

itaca te brindó tan hermoso viaje.
sin ella no habrías emprendido el camino.
pero no tiene ya nada que darte.

aunque la halles pobre, Itaca no te ha engañado.
así, sabio como te has vuelto, con tanta experiencia,
entenderás ya qué significan las itacas.


traducción en turco

ithaka

ithaka’ya doğru yola çıktığın zaman,
dile ki uzun sürsün yolculuğun,
serüven dolu, bilgi dolu olsun.
ne lestrigonlardan kork,
ne kikloplardan,
ne de öfkeli poseidon’dan.
bunların hiçbiri çıkmaz karşına,
düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
ince bir heyecan sarmışsa eğer.
ne lestrigonlara rastlarsın, ne kikloplara,
ne azgın poseidon’a,
onları sen kendi ruhunda taşımadıkça,
kendi ruhun onları dikmedikçe karşına. 

dile ki uzun sürsün yolun.
nice yaz sabahları olsun,
eşsiz bir mutluluk ve sevinç içinde
önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin!
durup fenike’nin çarşılarında,
eşi benzeri olmayan mallar al,
sedefle mercan, abanozla kehribar
ve her türlü baş döndürücü kokular;
bu baş döndürücü kokulardan al alabildiğin kadar;
nice mısır şehirlerine uğra,
ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerden.

 hiç aklından çıkarma ithaka’yı.
oraya varmak senin başlıca yazgın.
ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın.
varsın yıllarca sürsün, daha iyi;
sonunda kocamış biri olarak demir at adana,
yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,
ithaka’nın sana zenginlik vermesini ummadan.

sana bu güzel yolculuğu verdi ithaka.
o olmasa, yola hiç çıkmayacaktın.
ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka.

onu yoksul buluyorsan, aldanmış sanma kendini.
geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki,
artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini ithakaların.






Latin Amerika Edebiyatından Çeviriler - VI ( Rafael Barrett - Julio Cortazar)

serinin altıncı yazısında, iki yazarın, birbiriyle alakalı iki küçük metnini çevireceğim. birinci yazar rafael barrett. bloğun çok okunmadığını biliyorum, hatta neredeyse hiç okunmadığını istatistiklerden görebiliyorum ama hispanik edebiyatla arası iyi olan birinin yarın bir gün bu yazıyı okuyup "ama barrett latin değil ki?" diyereceğinden neredeyse emin olduğum için hemen not düşeyim; evet, kendisi ispanyoldur ama eserlerinin çoğunluğunu paraguayda yazdığı için latin amerika edebiyatından sayılır. lütfen latin amerika, iberoamerika, hispanoamerika tartışmasına girme. hiç gerek yok. 

varolmayan biriyle yazarın menşei ve güney amerikanın nasıl adlandırılacağıyla ilgili terminoloji kavgası da yaptığıma göre -kavgaların en büyüğü hep var olmayana karşı yapılır- yazıya devam edebilirim.

ikinci yazar bloğu takip edenlerin kendisine hayran olduğumu zaten bildikleri cortazar. aslında latin amerika boom hareketi yazarlarının çoğunu beğenerek okurum (tıpkı şiirde ikinci yenicilere hayran olduğum ve bayıla bayıla okuduğum gibi.) 




metinler arasında nasıl bir bağlantı kurduğumu anlatmayacağım. zaten okuduktan sonra siz de bu bağlantıyı göreceksiniz.

1. rafael barrett

Karyolam ve kitaplarımdan başka bir şeyim yokken mutluydum. Şimdi dokuz tavuğum ve bir horozum var ve çok sıkıntılıyım. 

Mülkiyet beni zalim biri yaptı. Ne zaman bir tavuk satın alsam onu iki günlüğüne bir ağaca bağlıyor, mekanımı ona belletiyor, kırılgan hafızasında bir önceki mekanına dair sakladığı ne kadar sevgi varsa yok ediyordum. Tavukların kaçmasını ve dört ayaklı ve iki ayaklı tilkilerin istilasını önlemek için bahçemin çitlerini onardım. Kendimi tecrit ettim, sınırımı güçlendirdim, komşularımla arama şeytani bir çizgi çektim. İnsanlığı iki kategoriye ayırdım; tavukların sahibi olan ben ve onları benden almak isteyen diğerleri. Suç kavramını oluşturdum. Dünya benim için hırsız adaylarıyla doluydu ve ilk kez çitin diğer tarafına düşmanca bakıyordum.

Benim horozum çok gençti. Komşunun horozu çitten atladı, tavuklarıma kur yapmaya ve horozumun varlığına gölge düşürmeye başladı. Davetsiz misafiri taşlayarak uzaklaştırdım ama bu defa da tavuklar çitten atlayıp komşunun bahçesine geçtiler. Orada yumurtladıkları yumurtaların bana iade edilmesini istedim, komşum benden nefret etmeye başladı. O günden beri çitin öte tarafından bakan yüzünü görürüm, haset ve düşmanca bakışı benimkinin aynısı. 

Onun tavukları çitten atlıyor ve benimkilere attığım ıslak mısırları yiyordu. Başkalarının tavukları bana suçlu gibi geliyordu. Tavukları kovaladım ve öfkeden gözümün döndüğü bir gün onlardan birini öldürdüm. Komşuö bu saldırıya büyük önem verdi. Maddi tazminatı kabul etmek istemedi. Tavuğunun ölüsünü sertçe yerden kaldırdı ve onu pişirmek yerine teker teker bütün arkadaşlarına gösterdi. Emperyalist vahşetimle ilgili efsane böylece köyde yayılmaya başladı. 

Çiti güçlendirmek, gözetimi artırmak, tabiri caizse savaş bütçemi yükseltmek zorunda kaldım. Komşumun gözü kara bir köpeği vardı; bir tabanca edinmeye karar verdim. Eski huzurum neredeydi? Güvensizlik ve nefretle zehirlenmiştim. Kötülüğün ruhu beni ele geçirmişti. 

Eskiden bir insan evladıydım, artık mülk sahibi olmuştum.


2. julio cortazar

Bir de şöyle düşün: Sana bir saat hediye ettiklerinde, aslında küçük çiçekli bir cehennem, güllerle süslenmiş bir pranga ve havadar bir zindan hediye ederler. Sana saati verip susmazlar "mutlu yılların olsun" derler "uzun yıllar kullanman dileğiyle, çok iyi bir marka, yakut işlemeli İsviçre saati bu". Sana sadece bileğine bağlayıp yanında gezdireceğin o küçük aleti vermezler. Sana yeni ve kırılgan bir parça eklerler, senin olan ama bedeninin bir bileşeni olmayan, bileğinden çaresiz sarkan ve kayışla bedenine tutturman gereken tekinsiz bir organ -bunu bilmezler, bilmeden yapmaları daha da korkunçtur-. Onu her gün kurma zorunluluğunu hediye ederler sana, saat olarak işlevini görmeye devam etsin diye. Kuyumcu vitrine bakıp, radyo anonslarına kulak kabartıp en doğru saati öğrenme ve saatini ona göre ayarlama takıntısını hediye ederler. Bir marka hediye ederler ve bu markanın diğerlerinden daha iyi bir marka olduğu yönünde seni temin ederler, saatini diğer saatlerle karşılaştırma meylini hediye ederler. İşin özü sana saat maat hediye etmezler, aslında hediye sensindir. Saatin doğum gününde seni saate hediye etmişlerdir.


bu iki leziz metinle serinin altıncı yazısını da sonlandıralım. ne demiş 


Röportajlar - Juan Rulfo: Latin Amerikalılar Gün Boyu Ölümü Düşünür

 

Toplamda iki yüz sayfalık iki eser yayınlayarak İspanyol dilinin en büyüklerinden biri haline gelen Juan Nepomuceno Carlos Pérez Rulfo Vizcaíno bu salı günü yüz yaşına bastı. 34 yıl önce, Buenos Aires'te, onunla röportaj yapabilmiştim. Bu anımı sizinle paylaşmak istiyorum.

Juan Rulfo Meksikalıdır, bu yazının yazıldığı tarihte 65 yaşındaydı ve bilimsel eserlerin editörlüğü işini yapıyordu. Röportajımız sırasında muhteşem gri alpaka takım elbise giymişti, kısa boylu, biraz kambur, küçük bir görünüme sahipti. Rulfo iki kitap yazdı: 1953 ve 1955'te yayınlanan “El Llano En Llamas” adlı kısa öykü derlemesi ve “Pedro Páramo” adlı roman; her biri İspanyolca olarak milyonlarca kopya sattı ve - diyelim ki - çok sayıda dile çevrildi.




Sıfatlardan nefret eden birine bir sıfat bulmak biraz sorunlu bir süreç, üstelik bu akşam kendisini bazı sıfatlarla tanımlaması gerekecek. Ama buna daha vakit var.

Rulfo, Buenos Aires'te, Uluslararası Kitap Fuarı standlarını dolaşıyor. Teneke çatıya yağmur yağıyor, inatçı bir damla Novalis'in Gece İlahisi'nin bir kopyasının üzerine düşüyor, beyefendi filtresiz bir sigara içiyor; nefes almadan önce sigarasına bakıyor, derin derin içine çekiyor, uzayan külü sol avucunun içine silkiyor. Rulfo'nun eli kül doluyor.

İnsanlar geçiyor, bazıları duruyor. Onu tanıyorlar ve imza istiyorlar: "Kız kardeşim için imza istiyorum, bilirsiniz ya hani". Rulfo dikkatli bir şekilde yazıyor ve imzalıyor. Bazıları daha farklı konulardan bahsediyorlar,  mesela Borges'ten bahsedip (Arjantinli'nin mükemmel gerçekçiliğiyle labirentler, aynalar ve kaplanlar kullanarak Buenos Aires'i bir kez daha yarattığını söylüyor; Rulfo “Evet, bu çok hoş” diyor); başkası dış borçtan konuşuyor (“Bizde de var: Yapmamız gereken battığımızı ettiğimizi ilan etmek, sonra bırakalım alacaklılar peşimize düşsün, ne olacaksa”); bir başkası İspanyol sömürge imparatorluğunun çöküşünden dem vuruyor (bir an için gözleri parlıyor: “Bütün büyük imparatorluklar düşüyor, sırada Reagan'ın imparatorluğu var”).

Rulfa dinliyor, dinliyor, fısıldıyor –“Pedro Páramo” kitabı için önce “Fısıltılar” adını düşünmüştü–, sonra birisi Manuel Mujica Láinez'in yakınlarda bir standta kitap imzaladığını söylüyor ve onunla tanışmak için standa gitmek isteyip istemediğini soruyor. “Hayır, teşekkürler”, diyor Rulfo, “şu anda kitaplara bakınıyorum”. “Peki sonra gidelim mi?”. “Belki”.


Sonra susuyor: sessizliği ironiyle dolu, keskin. Birisi ona, Mujica'yla tanışmak isteyip istemediğini soruyor. Birkaç dakika sonra, prestijli bastonuyla ortaya çıkıyor. “Sizi Latin Amerika'nın en büyük yazarı olarak gördüğümü söylemek için bu fırsatı kaçırmak istemedim” diyor Mujica Láinez. “Teşekkürler”, diyor Rulfo, “bilmukabele”. Görüşme kısa ve çok yoğun geçiyor.

* * *

Tabu, belirli bir insan grubunun istemediği ve konuşulmasını dahi yasakladığı şeydir. Bu nedenle hakkında konuşulamayan tabu, diğer tüm şeyleri, diğer tüm isimleri kendi içinde saklar. Tabu, adı hiç söylenmeden her zaman ima edilir durur.

* * *

Röportaj için belirlediğimiz zamanının geldiğini hatırlattığımda Rulfo bana yılgın gözlerle bakıyor: sonra yine aynı yılgın gözlerle onaylıyor.

- Sizi rahatsız ettiğim için beni bir kez daha özür dilerim. Bundan hoşlanmıyorsunuz, değil mi?

- Öyle, tam nefretlik.

- Sizinle çok röportaj yapıldı... Sıradan yanıtların tamamını ezberlemiş olmalısınız.

- Hayır, öyle değil. sorulacak soruları biliyorum ama ne cevap vereceğimi bilmiyorum. Her seferinde daha az cevabım var.

- Gündelik konulardan bahsedebilir miyiz?

- Siz nasıl isterseniz. . .

- Tanrı'ya inanıyor musunuz?

(Rulfo duruyor, irkilerek bana bakıyor).

- Evet, ben Tanrı'ya inanıyorum.

- O zaman din adamlarına inanmıyorsunuz...

- Kilise çok şey kaybetti... insanları cezbeden büyülü bir ayin türü olan Latin ritüelini kaldırdığında kaybetti. .

- Hristiyan bakış açısından ölüm nedir?

Rulfo ölümden bahsediyor, onu doğal bir süreç olarak gördüğünü, latin amerikalıların, avrupalılara kıyasla ölümü düşünme konusunda farklı olduğunu söylüyor: “Onlar ölecekleri güne kadar ölümü hiç düşünmüyorlar, oysa Latin Amerikalılar gün boyu ölümü düşünürler, vedalaşırken bile 'Tanrı isterse' ya da 'Tanrı ömür verirse' derler, 'Tanrı ömür verirse yarın görüşürüz'. Çünkü sürekli ölümle iç içe yaşıyorlar”. Ölüler gününü anlatmaya başlıyor –ben sordum kendisine–. “Evet, herkes mezarlıklara gider ve şekerden yapılmış kafatasları yerler. Ölülere bir şeyler sunarlar sonra o sundukları şeyleri kendileri yerler. Onların inancına göre, ölen kişi kendilerini ziyarete geliyor, sarhoş oluyorlar, sunuları yiyorlar ve hunharca sarhoş oluyorlar... ölen kişiye aguardiente dedikleri sert içkiden sunuyorlar, soranlara da ‘o aguardiente içmeyi, sarhoş olmayı severdi’ diyorlar ve kendileri de aguardiente, mezcal, pulque, her ne bulurlarsa içip sarhoş oluyorlar” diyor gülerek.

* * *
Rulfo, ölümden bahsediyor. Pedro Páramo ölülere ait bir kitap ve bu da tabuları olan bir röportaj.

* * *

- Peki chingada kelimesinin de ölümle bir ilgisi var mı?

- Hayır, chingada kötü bir kelime... Bir yerde "China a tu madre" derseniz bu büyük bir küfürdür, hatta orijinal küfür, küfürün kendisidir...

- Ama ölümü de chingada diye tanımlamıyor musunuz?

- Hayır, ölüm için calaca derler, silliqui derler... daha bir çok şey derler. Calaca çok kullanılır. Chingada kötü bir kelime, karşı tarafı incitmek istediğinde kullanırlar. "Me está llevando la chingada" örneğin, bu "cinlerim tepeme çıktı" gibi bir anlama gelir ve kullanılabilir. Ama "Chinga a tu madre" demek büyük küfürdür, tabancayı çekip mermiyi atmak için yeterli bir küfür yani.

- Sizin oralarda tabanca bu kadar kolay mı çekilir?

- Yani eskiden öyleydi. Şimdi insanların pek tabancası yok...

- Neden?

- Topladılar, insanları tabancasızlaştırdılar. Genel bir tabancasızlaştırma süreci oldu.

Chingada'dan Malinche'ye, Malinche'den laberinto'ya geçerek Octavio Paz'a geliyoruz. “Octavio Paz Meksika'da bir entelektüel mafya yönetiyor ve birçoğumuz bu mafyanın dışındayız. Octavio Paz'ın dostu olmayan onun düşmanıdır" diyor. “Siz onun dostu değilsiniz” diyerek riskli bir yorum yapıyorum. “Olur mu, ben onun dostuyum” diye ekliyor. Bu mafya konusunu derinleştirmek istiyorum. “Amaçları ne?” diye soruyorum. “Kültürü kontrol etmek” diyor Rulfo, “ kültür dergileri, kültür ekleri, roman ya da kısa öykü yarışmalarında verilen kültür ödülleri, hepsini kontrol etmek. Kültürü kontrol altına almak”.

Paz ideolojik temelde de sorgulanmaktadır...

- Tabii, Meksika solu ona ve çevresindekilere düşman. Dünyanın her yerindeki sol, sadece Meksika solu değil. Solda olan her şey o tayfa için... şeytani, değil mi?

- Siz de onlar hakkında öyle düşünüyor musunuz?

- Aynen, öyle.

Ben de ona, benzer bir durumun burada Borges'le uzun süre yaşandığını, Arjantinli entelektüellerin ve solcuların onun siyasi tercihlerini sorguladığını söyledim ve bir paralellik olup olmadığını sordum. “Evet”, dedi Rulfo; “fakat sağın gücü soldan daha fazla”. “Orada mı?”, diye soruyorum. “Orada”, diyor. “Kültürel olarak mı?” diyorum,  “Evet” diyor.

Uluslararası Kitap Fuarı yöneticisinin ofisindeyiz. Halılar bordo kırmızısı, koltuklar suni deri ve çalışma masası sert maun ağacından. Işık neon lambalardan geliyor: sakin bir şekilde konuşabildiğimiz tek yer burası. Rulfo alçak sesle, yavaş yavaş ve bölük pörçük cevaplar veriyor, etrafımızda takım elbiseli dört beş yaşlı adam bizim (daha doğrusu onun) sözlerimizi duymaya çalışıyor. “Evet, orada”, diyor.

Konuşmasına –benim sorum üzerine– İspanyolca'nın saflığından, yazarların her ülkenin yerli dilinden kelimeler kullanma özgürlüğünden (“Meksika'da bu çok güçlüdür, Nahuatl dilinden birçok kelime kullanılır, Nahuatlizm derler bu fenomene”) ve yakın zamanda Real Academia Española'nın (“artık ne arındıran, ne düzelten ne de ihtişam veren” bu akademinin) müdürünün Amerika gezisinden ve her ülkenin kullanmaya alışkın olduğu dili bırakması gerektiğine dem vurduğundan bahsediyor. “Nahuatl dilinden geçme çok sayıda kelime kullanıyoruz, çünkü bizim ortak dilimiz, halkın dili Nahuatl” diyor. “Müdür gezisi sırasında 'vos tenés’ demek istiyorsanız ve bu şekilde anlaşabiliyorsunuz, sizi engelleyecek değiliz' dedi... Yani Real Academia Española söyledi bunu. Oysa ki İspanya'da yitirilmekte olan Kastilya dilini muhafaza edecek olan Latin Amerika'dır. İnsan artık Madrid'lilerin konuşmasını anlamakta bile zorlanıyor” diyor ve gülümsüyor.

* * *
- Edebiyatın gerçekliği dönüştürme şansı var mı?

- Evet, gerçeklik bir dönüşüm geçiriyor, zaten geçirmese edebiyattan bahsedemeyiz...

- Kastettiğim, gerçekliği dönüştürmek için bir eylemde bulunmak.

- Gerçekliği dönüştüren edebiyat, gerçeği yansıtan edebiyattan daha değerlidir. Gerçeğin sınırları vardır... Bu yüzden onu hayal gücünüzle desteklemeniz gerekir. Hayal gücü ya da iç görü devreye girdiği anda, gerçekliği dönüştürür. Gerçeklik çok sınırlı.

. Size sormak istediğim şey, yazılı kelimenin de gerçekliği değiştirmek üzere harekete geçebilip geçemeyeceğiydi.

- Hayır, edebiyat harekete geçemez ve hiçbir şeyi değiştiremez. Sosyoloji, antropoloji, ekonomi gerçekleri dönüştürmek için bir şeyler yapabilir. Ama edebiyat… yazarın bu konuda yapabileceği hiçbir şey yok. Edebiyat kurgudur ve kurgu olmaktan çıkarsa edebiyat olmaktan da çıkar.“

“Kurgu bir yalandır” diyor Rulfo, yakın tarihli bir röportajda yer alan kendi cümlesinden alıntı yaparak.

Daha sonra bana –benim sorum üzerine– birçok Latin Amerikalı yazardan farklı olarak, hiçbir zaman ülke dışına çıkmadığını, her zaman Meksika'da yaşadığını söylüyor. “Meksikalılık kolayca çıkarabileceğiniz bir giysi değil”. “Bizim yazarlarımızın çok azı yurtdışında yaşar, onlar da zaten diplomattır, görevleri bitince ülkeye dönerler. İspanyol turistlerin ülkeye girebilmeleri için otuz bin peso ödemeleri gerekiyor" diyor Rulfo ve gülerek anlatmaya devam ediyor: “Biz Meksikalılardan İspanya'ya girmek için iki yüz peso ödememiz yetiyor. İçişleri Bakanına, İspanyolların Meksika'ya turist olarak girmeleri için talep edilen paranın çok olduğu yönünde şikayet gidiyor. Yanıt olarak 'Çünkü İspanyollar kalmak için geliyor; Meksikalılar ise gidip kısa süre sonra geri dönüyorlar’ diyorlar. Meksikalı olmak köklerine bağlı olmaktır... Mesele acı biber ya da fasulyeye bağlılık veya bunlara duyulan nostalji değil. Bir gelenek, köklü bir duygu... Mesela Ciudad de Mexico’ya bakın: kaotik, cehennemi andıran, korkunç bir şehir değil mi? Buna rağmen insanlar orada yaşıyor ve orayı özlüyor... Başka yerler, güzel şehirler var. Querétaro'ya, Morelia'ya, hava kirliliğinin olmadığı, insanların Mexico City'deki gibi nevrotik davranmadığı yerlere gidebilme olasılığı var ama Ciudad de Mexico’dan ayrılmak istemiyoruz" diyor tutkuyla.

- Meksikalı yazarlarda görülen genel bir durum bu. Çok samimi yazarla ama daha ülkeyi bile bilmiyorlar. Ciudad de México'dan hiç çıkmadılar.

- Siz öyle değilsiniz.

- Hayır, hayır. Ben tüm ülkeyi tanıyorum. Ülkenin birçok şehrinde yaşadım. Guadalajara'da uzun yıllar kaldım... Ben oralıyım, batılıyım.  Başka ülkeler de tanıdım. Neredeyse her ülkeye gittim... Çin ve Sovyetler Birliği hariç.

- Buralara gitmemenizin belirli bir nedeni var mıydı?

- Hayır, çok uzaklara gidemeyecek kadar tembelim... Çok uzak.

Rulfo, ellili yıllarda ülke çapında yaptığı seyahatler sırasında fotoğraflar çekti ve bu fotoğraflar yakın zamanda kitap olarak yayınlandı. Fotoğrafla edebiyat arasında ortak bir dil olup olmadığını soruyorum kendisine. “Hayır, öyle bir şey yok”, diyor Rulfo, “kesinlikle yok”. Devam ediyor: Bazı eleştirmenlerden alıntı yaparak, "fotoğrafla bazı benzerlikler olduğunu söyleniyor. Ama gerçekte fotoğraflar geçmiş bir döneme ait olduklarından, çoktan ölmüş, artık var olmayan bir Meksika'yı temsil ediyorlar”.

“Bu durumda, nasıl bir benzerlik söz konusu?” diye soruyorum. “Söz konusu değil. Üstelik ben fotoğraf çekerken edebiyatı düşünmedim, bunlar çok farklı alanlar”.

Müzikte ise böyle bir bağlantı bulunduğunu söylüyor ve ortaçağ, Rönesans, barok müziği ve Gregoryen ilahileri hakkında konuşuyor. "Müziğin harika bir uyarıcı olduğunu düşünüyorum, ruh halini sakinleştirir ve insanı bazı sorunlar hakkında düşünmekten alıkoyar."

Sorunlardan biri alkolle olan ilişkisiydi. Ama artık içmiyor, birkaç senedir alkol tüketmiyor. Bunun biraz zor olduğunu söylüyor.

- Çok rüya görür müsünüz?

- Rüya görürüm ama hiç bir rüyamı hatırlamam.

- Rüyalarınız hoş mudur?

- Bilmem, onları hiç hatırlamıyorum.

- Kabus görür müsünüz?

Gülüyor. “Hayır, kabus görmüyorum. Rüyalarım renkli. Çok hoş. Çok parlak ve rengarenk".

* * *
Juan Rulfo'yla 1950'lerin başında yazdığı o iki kitap, o iki Latin Amerika klasiği, o iki benzersiz kitap hakkında nasıl konuşabiliriz? Bir adamın kendi anıtına baktığında ne hissettiğini ona nasıl sorabiliriz? Peki yazma eyleminin benzersizliği, kalıcılığını nasıl konuşuruz? İnsan yazmak için mi yoksa yazmış olmak için mi yazar sorusunu sorabilir miyiz ona? Otuz yıl önce yaptığı bir işten bahsediyorum. Neden daha fazla kitap yazmadığını sorsam bana nefretle bakar ve defalarca söylediği gibi kütüphanesinde bir kitaplık boşluk olduğunu ve bu boşluğu doldurmak için yazdığını söylerdi, hatta belki bu rahatsız edici, suçlayıcı sorudan kurtulmak için, şu anda bir kitap yazmakta olduğunu bile söyleyebilirdi. Bütün bunları söylerken bana nefretle bakardı. Benden nefret etmesini istemiyorum. Ona hayranım. Belki başka bir zaman ona bu soruları sorarım.

* * *
- Sıfatlarla özel bir ilişkiniz var mı?

- Ben sıfatlara düşmanım. Edebiyat öğrencisiyken, öğretmenlerimizden biri sürekli Pereda'nın kitaplarını okutuyordu bize. Pereda bazen tek bir isim için altı veya sekiz sıfat kullanabiliyordu. İsim dilin cevheridir, sıfat ise süstür yani yüzeysel bir şeydir. Kısacası… sıfatla çok mücadele ettim, çok savaştım. Sıfatlardan nefret ediyorum... Bu yüzden edebiyattan bile nefret etmeye başladım çünkü bize sıfatı çok dayattılar. Üzerimizde çok etkiye sahipti olan o dönemin İspanyol edebiyatında, sıfat olmadığında cümlenin süslenemeyeceği, ihtişam kazanamayacağı düşünülüyordu.

- Bütün bu söylediklerinize rağmen kendinizi üç sıfat kullanarak tanımlayın deseydim?

Uzun bir sessizlik oluyor, gerçek bir sessizlik, sanırım düşünüyor. “Bir… zavallı bir şeytan” diyor. “Burada bir isim ve bir sıfat var”, diyorum cüretkar bir şekilde. “Zavallı sefil bir şeytan” diyor ve tamamlıyor: “Depresif ve moralsiz”.

“Neden?”.

“Bazen böyle oluyorum, bazen depresif ve moralsiz oluyorum” diyor sesini her seferinde daha da alçaltarak.

Kapı açılıyor, takım elbiseli adam giriyor.

“Büyükelçi geldi” diyor.

Rulfo toparlanıyor: “Büyükelçi geldi” diyor.

- Beş dakika daha konuşabilir miyiz sayın Rulfo?

Çoktan kapıya doğru ilerlemeye başlayan Rulfo “Büyükelçileri bekletmeye gelmez” diyor ve kapıyı arkasından kapatıyor.


---------------------------------------------------------------
Not: Martin Caparros tarafından yapılan ve https://www.nytimes.com/es/2017/05/15/espanol/opinion/juan-rulfo-centenario-caparros.html adresinde yayınlanan röportajın kısmi çevirisi ve düzenlenmesi ispanyolca defteri tarafından yapılmıştır. Kaynak belirterek istenildiği şekilde, her türlü, tepe tepe kullanılabilir. 


Kesitler - Garcia Lorca - İnsan Sadece Ekmekle Yaşayabilir mi?

insan sadece ekmekle yaşayamaz. sokakta aç ve çaresiz olsaydım, "bana bir ekmek verin" demezdim, bunun yerine "bana yarım ekmek ve bir kitap verin" demeyi tercih ederdim. insanların ihtiyaç duyduğu kültürel taleplerden hiç bahsetmeden sadece ekonomik taleplerden bahsedenler büyük bir yanılgı içindedir. 

insanların yemek yemesi gereklidir ama herkesin hayatı öğrenmesi ve bilgiye sahip olması da en az bunun kadar gereklidir. insan ruhunun tüm meyvelerinden faydalanmayan kişiler, devletin hizmetindeki makinelere dönüşür ve ister istemez korkunç bir sosyal organizasyonun köleleri haline gelir.

bilgiyi isteyen ve ona ulaşamayan insanın durumu, ekmek arayan ve ona ulaşamayan insanın durumunda daha acıklıdır. zira aç bir insan açlığını bir parça ekmekle ya da biraz meyveyle kolayca giderebilir ama bilgiye aç olan ve hiçbir imkânı olmayan bir insan korkunç bir ıstırap çeker. onun ihtiyacı olan kitap, kitap ve daha çok kitaptır. kitap demek aşk demektir ve aşk; insanların ekmek ister gibi ya da tarlalarına yağmur yağmasını ister gibi istemeleri gereken sihirli bir gerçekliktir.

görüşüme göre rus devriminin babası adını lenin'den daha fazla ha eden yazar dostoyevski, sibirya'da, dünyadan uzakta, sonsuz karla çevrili ıssız ovalarda bir mahkumken, ailesine yazdığı bir mektupta şu sözlerle yardım istiyordu: “bana kitap gönderin, kitap, daha çok kitap, gönderin ki ruhum ölmesin üşüyordu ama ateş istemiyordu, susamıştı ama su istemiyordu, açtı ama yemek istemiyordu. kitap istiyordu, yani ufuklar, yani ruhun ve kalbin zirvesine tırmanmak için merdiven istiyordu. 

zira bir bedenin açlık, susuzluk veya soğuktan kaynaklanan fiziksel, biyolojik ve doğal ıstırabı çok az sürerdi ama tatmin edilmemiş ruhun ıstırabı bir ömür devam ederdi.










Lorca, Buñuel ve Dali I. Bölüm - Öğrenci Yurdu / Giriş

geçen yüzyılın başlarından itibaren ispanya edebiyatının, sanatının ve sinemasının en önemli aktörlerinden olan bu üçlü, öğrencilik yıllarında, madrid'te bulunan bir öğrenci yurdunda tanışıyorlar. yurt dediysem öyle sıradan bir yerden bahsetmiyoruz. madrid'te kültürel merkez haline gelen, einstein'den currie'ye kadar birçok bilim insanının gelip seminer verdiği, öğrencilerin bir araya gelip sanatta ve edebiyatta yeni akımlar ortaya çıkardığı ve tam da bu amaçlarla kurulan bir mekan söz konusu olan. yurdun kuruluş fikrinin temelinde de zaten, öğrencilere böyle bir ortam sunmak, öğrencileri kültürel, sanatsal ve düşünsel yönde besleyen çeşitli etkinlikler organize etmek ve buradan çıkan öğrencilerle ispanya ve avrupanın kültürel dokusuna nüfuz etmek bulunuyordu.


yeşillikler içinde bir öğrenci yurdu



ispanyol sinemasının en önemli yönetmenlerinden -bence en önemlisi-  olan buñuel daha 17 yaşındayken, babasının isteği doğrultusunda ziraat okumak amacıyla zaragozadan madride geliyor. spora, özellikle de boksa meraklı olan bu genç yurtta yedi yıl kaldıktan sonra felsefe ve edebiyat mezunu olarak ayrılıyor.

yurtta kaldığı günler sorulduğunda şunları söylüyor:

orada yedi yıl kaldım. anılarım o kadar canlı ki. orada kalmasaydım, orayı tanımasaydım hayatım çok farklı olurdu. içinde yaşadığım ortam, o dönemde madridte var olan edebiyat hareketi ve mükemmel arkadaşlarla tanışmam tercihlerimde önemli rol oynadı. tarım okumak için geldiğim bu yurtta önce doğa bilimlerine sonra da felsefe ve edebiyata geçtim. yedi yıl eğitim ve toplantılarla dolu geçti; sohbetlerimiz, çalışmalarımız, yürüyüşlerimiz, sarhoşluklarımız ve madridin genelevleri. 

buñuel işte illa ki konuyu geneleve getirecek. kim bilir belki de "gündüz güzeli" filminde bu genelevlerde yaşadığı olayları bile anlatmış olabilir.


ah be gündüz güzeli ah!


bir insan tarım okuyacağım diye geldiği, boksörüm diye ortalıkta dolaştığı bir yerden neden edebiyat ve felsefe okuyarak ve sinemaya yönelerek çıkar? o yaşlarda insanların ne olmak istediğinin, hangi bölümde okuduğunun, hatta okuyup okumadığının da pek bir önemi yoktur. ergenliğin sonları gençliğin başları diye tanımlayabileceğimiz bu donemde insanlar ailelerinden uzaklaşarak dünyayı kendi başlarına keşfetmeye, dünyayla kendi başlarına başetmeye girişir. arkadaş çevresine bağlı olarak da şekil alır. buñuel'in ziraat mühendisi olmak için geldiği okuldan felsefeci ve edebiyatçı olarak ayrılmasının sebebi de budur. bu arkadaş ortamında en yakın olduğu kişilerin başında dali ve lorca gelmektedir. bununla birlikte luis'in yurttaki hayatı sadece bu ikiliden ibaretti demek de saçmalık olur. ilk olarak luis yurda 1917yılında gelmiş, modernite ve deneyselliğe ilgi duyan bir grup parlak gençle etkileşimine o yıldan itibaren başlamış, daha sonra sinematografik çalışmalarında ifadesini bulacak olan ilk sanatsal fikirlerini edinmişti. garcia ve salvador yurda yıllar sonra gelecek, yurtta bu üçlüyü etkileyen dinamik bu tarihten sonra doruk noktasına ulaşacak ve bildiğimiz luis buñuel, garcia lorca ve salvador dali şekillenmeye başlayacaktır.

bu üçlünün yurtta kesişen, birbirlerini geliştiren, şekilleştiren, zamanla karmaşıklaşıp uzaklaştıran ilişkisini bu seride ele alacağız. arkası yarın gibi kısa yazılarla, anekdotlarla, biraz mizah biraz dedikodu katarak devam ettireceğim bu dizinin ilk yazısını burada sonlandırıyorum. bir sonraki bölümde dali ve lorca'nın yurda gelişleri ve üçlünün tanışma hikayesiyle devam ederiz.


İspanyol Ressamlar ve Tabloları VI (Pablo Picasso - Guernica)

ikinci dünya savaşının başlamasına üç yıl kadar bir zaman vardır. sosyalist ve komünistlerin iktara gelmesine içerleyen general franco, ispanyol milliyetçilerini ve katolik imanını arkasına alarak seçilmiş sol hükümete karşı darbe yapmış ve ispanyol iç savaşı başlamıştır. ispanya'da solcuların iktidara gelmesinden rahatsız olan sadece franco değildir, almanya'da hitler, italya'da mussolini de durumdan hoşnut değildir. nazi almanyası ve mussolini italyası franco'ya askeri destek verir. zaten guernica (bask dilinde gernika şeklinde yazılır daha kolay telaffuz edilebilir bu) bombardımanı da alman ve italyan hava kuvvetleri tarafından gerçekleştirilir. kısacası franco, almanya ve italya'yı çağırıp kendi ülkesinde, kendi ülkesinin vatandaşlarını, ideolojisi kendisine ters diye bombalatmıştır. yine kendi ülkesinin insanlarını fastan getirdiği berberi askerlere kestirmiş hatta bu askerlerin moralini yüksek tutmak için sakat kalanlarla ilgili yaptığı konuşmada şu cümleyi kurmuştur:

"fas'ın cesur askerleri, savaşı kazandıktan sonra, ayağını kaybeden askerlere altından baston dağıtacağım"

sanırsın babasının malını dağıtıyor pusht. aşağıdan faslıları çağır, sağdan soldan almanları ve italyanları "bak sovyetler gelir ha sonra buralara" diye al içerde kendi vatandaşını öldürt, ee sonra da ben "büyük general franco'yum" diyerek yıllarca ülkeyi yönet. neyse sinirlenmeyecem.

naziler kafalarında kurguladıkları avrupa'ya engel çıkaracak komünistleri bölgeden temizlemek hem de hava kuvvetlerini ve yeni silahlarını denemek gibi "kutsal" bir amaçla franco'nun saldırı çağrısını kabul eder ve italyan hava kuvvetlerinin desteğini alarak, cumhuriyetçiler ve bask milliyetçileri için simgesel anlam taşıyan ve geri çekilmekte olan cumhuriyetçilerin de sığınmış olduğu gernika kasabasına 26 nisan 1937 tarihinde bomba yağdırır, kasabayı dümdüz eder.

uluslararası tepkiler gelince franco "biz bir şey yapmadık, almanlar, italyanlar da bir şey yapmadı. cumhuriyetçiler geri çekilirken gernika'yı ateşe vermişler" diye açıklama yapmıştır. beklenir franco gibilerden. en mide bulandıran yalanlar bu kafaların ürünü olmuştur tarih boyunca. neyse ki bölgede iç savaşı takip eden farklı ülkelerin gazetecileri varmış da onlar çıkıp yazmışlar gerçeği. almanlar 1997 yılında cumhurbaşkanları aracılığıyla resmi olarak özür dilemiştir. franco'cular, taa 1975 yılına kadar, başka bir deyişle franco 82 yaşında geberip gidene kadar devam etmiştir gernika'yı geri çekilen cumhuriyetçiler yaktı yalanına. (bir de en az 80 yaşamıyorlar mı ifrit oluyorum abi).

neyse... tabloya bir bakalım, ardından soru cevap şeklinde devam edelim.



soru: gernika tablosunun teknik özellikleri nelerdir?


cevap: gernika devasa bir eserdir. sanatsal, kütürel öneminden bahsetmiyorum, sahiden de 776 cm × 349 cm boyutuyla devasa bir eserdir. tuval üzerine yağlıboya olarak, kübizm, sembolizm ve ekspresyonizm akımlarını içerecek şekilde çizilmiştir. madrid'te bulunan reina sofia müzesinde sergilenmektedir.


soru: gernika kaç yılında ve nerede çizilmiştir?

cevap: gernika'nın çizimine bombardımandan bir ay sonra yani 1937 yılının mayıs ayında başlanmış ve haziran ayında tablo tamamlanmıştır. tablo paris'te çizilmiştir. zira bütün bu olaylar olurken picasso zaten paris'te yaşamaktadır. picasso bu tabloyu kendisi istediği için değil, hala iktidarda olan cumhuriyetçilerin ısmarlaması üzerine çizmiştir. gernika aynı yıl gerçekleştirilen paris sanat fuarında sergilenmiştir.


soru: tablo fransa'da çizilmiş dediniz. peki madrid'teki müzeye nasıl ulaşmış?

cevap: cumhuriyetçiler savaşı kaybettikten sonra iktidar francoya geçmiş ve ülke diktatörlükle yönetilmeye başlamıştır. bu durumu gören picasso tablonun ispanya'ya gitmesinin mümkün olmadığını anlamış ve diktatörlüğün sona ermesinin ardından ispanya'ya teslim edilmesi şartıyla new york modern sanat müzesi tarafından sergilenmesine ve korunmasına karar vermiştir. diktatörün vefatından sonra, 1981 yılında ispanya'ta teslim edilmiş, on bir yıl boyunca cason de buen retiro'da sergilendikten sonra 1992 yılında reina sofia müzesine alınmıştır.


soru: tablodaki karakterler ve semboller nasıl yorumlanıyor?

cevap: 

at: tablonun merkezindedir. vücudu sağa başı sola dönüktür. düşmek üzere gibi görünür, dengesini korumak için ön ayaklarından birini öne çıkarmıştır. yan tarafında dikey bir yara  vardır, ayrıca kendisine bir mızrak saplanmıştır. başı yukarı kalkmış ve ağzı açık, dili dışarı sarkmıştır. başı ve boynu gri, göğsü ve bir bacağı beyazdır. savaşın masum kurbanlarını sembolize eder.



kaçmaya çalışan kadın: yaralıdır. tablonun merkezine doğru ilerlemeye çalışır. bacağı yerinden çıkmış ya da kopmuştur, sol eliyle kanamayı dindirmeyi denemektedir, yarı ölü durumda. diğer kadın figürleri gibi yukarıya doğru bakmaktadır zira bombardımanı takip etmektedir.




kucağında ölü çocuk olan kadın: tablonun sol kısmında, boğanın hemen alt tarafında oturmuştur olarak görülmektedir. kucağında ölü bir çocuk vardır, çocuğun göz bebekleri yoktur, kadının gözleri göz yaşı şeklindedir. kafasını gökyüzüne, bombayı atanlara doğru kaldırmıştır ve acısını haykırmaktadır.



elinde kandil lambası tutan kadın: resmin merkezine yakında durmaktadır ve elindeki kandile sıkı sıkı sarılmıştır. bazılarına göre cumhuriyeti ve cumhuriyetçileri temsil etmektedir. başka bir yoruma göre bu kadın picasso'nun o dönemdeki sevgilisi olan dora maar'ın yüzüne sahiptir. kadın resimdeki adamın ve atın dramını uzaktan izlemekte ve elindeki kandille aydınlatmakta, duyurmaktadır.



ampül: elinde kandil lambası tutan kadınla birlikte, tabloya ışık sunan ikinci elementtir. hatta tutuşmuş yanan evi de katarsak üçüncü ışık kaynağıdır da diyebiliriz. ampül teknolojik ilerlemeyi, modern olanı simgelediği gibi teknolojik gelişmelerin savaşlarda kullanılmasıyla gelen yıkımı da göstermektedir.



bütün bunlarla birlikte tabloda doğrudan almanları, franco'yu eleştiren veya cumhuriyetçileri öven herhangi bir simge bulunmamaktadır. yani tabloya bakınca bir uçak, bir alman askeri, cumhuriyeti veya milliyetçi franco askerlerini temsil eden herhangi bir çizim göremiyoruz. picasso bütün derdini sembollerle anlatmaya çalışmaktadır.


soru: ya şimdi sembolizmi falan bırak da bu tablo hakkında ortamlarda anlatıp hava atabileceğimiz bir anekdot var mıdır?

cevap: olmaz olur mu? picasso ile bir nazi askeri arasında geçtiği söylenen bir diyalog vardır. asker tabloyu görür ve picasso'ya "bunu siz mi yaptınız?" diye sorar. picasso da durur mu yapıştırır cevabı "hayır, siz yaptınız!"


sonraki yazıda buluşuruz. kendinize iyi davranın.

İspanyolca Deyimler - Caérsele a Alguien los Anillos - İncilerin Dökülmez

bir de baktım ki kendimi çevirilere, ispanya tarihine şuna buna kaptırmışım, dil, gramer, deyimler falan hak getire. dedim "kendine gel, illa edebi çeviriler tarihi konular yazmak zorunda değilsin, iki tane deyim, gramer dersi yazarsan incilerin dökülmez". aslında öyle demedim ama yazının başlığıyla uyum sağlayıp havalı bir giriş yapmaya çalıştım. yapabildim mi? hayır. gerek var mıydı? yoktu. o halde saçma sapan konuşmayı bırakıp doğrudan konuya gireyim yani ir al grano yapayım.
belirli bir statüye sahip olan veya sahip olduğunu düşünen bir kişinin, daha düşük bir statüye karşılık gelen veya geldiği varsayılan bir görevi yerine getirmek için kendinden ödün vermesi veya verdiğini zannetmesi durumlarında bu deyimi kullanabiliriz. mesela mutfağı hiç temizlemeyen ve bu görevi kendisine layık görmeyen arkadaşınıza "mutfağı temizlesen, incilerin mi dökülür?" diye sormak istediğimizde ispanyolca "caérsele a alguien los anillos" deyimini kullanabiliriz.


caérsele a alguien los anillos deyiminin kelime kelime (fransızlar mot à mot der) çevirisi birinin yüzüklerinin düşmesi. bizde inci onlarda yüzük düşüyor/dökülüyor. burada can sıkıcı olabilecek kısım caérsele a alguien los anillos kelimesinde renkli yazdığım kısımların çekim üzerindeki etkisi olabilir. ama korkmaya gerek yok çünkü şimdi tek tek çekimini yazacağım.




se me caen los anillos - incilerim dökülür
no se me caen los anillos - incilerim dökülmez

se te caen los anillos - incilerin dökülür
no se te caen los anillos - incilerin dökülmez

se le caen los anillos - incileri dökülür (veya tek kişiye kibarca incileriniz dökülür)
no se le caen los anillos - incileri dökülmez (veya tek kişiye kibarca incileriniz dökülmez)

se nos caen los anillos - incilerimiz dökülür
no se nos caen los anillos - incilerimiz dökülmez

se os caen los anillos - incileriniz dökülür
no se os caen los anillos - incileriniz dökülmez

se les caen los anillos - incileri dökülür (veya birden fazla kişiye kibarca incileriniz dökülür)
no se les caen los anillos - incileri dökülmez (veya birden fazla kişiye kibarca incileriniz dökülmez)


önemli: incilerimizin ne yaptığımız zaman döküleceğini veya dökülmeyeceğini eklemek istiyorsak por edatını kullanmamız gerekir. 

no se me caen los anillos por trabajar como camarero
garson olarak çalışırsam incilerim dökülmez

ella es tu jefa pero no se le caen los anillos por ayudar a ti
o senin şefin ama sana yardım edince incileri dökülmüyor

bu ikinci örnekte sana yardım etmekten gocunmuyor çevirisi daha doğru olurdu zira bu deyimi gocunmak/gocunmamak olarak da kullanabiliriz. 

no nos caen los anillos por conducir un reno 
reno sürmekten gocunmuyorum/reno sürünce incilerim dökülmüyor (bu örnekte de gocunmak daha uygun, çeviriyi zorlamaya gerek yok)


yukarıdaki örneklerde bir model gördük ve bu modele göre deyim genellikle negatif cümle kalıbıyla kullanılıyor. türkçede de öyle genellikle bu deyim negatif cümlelerde veya soru cümlelerinde kullanılır ama sarkazmı kendine şiar edinmiş bireyler için gramer bir oyuncaktan ibarettir. gramerden korkan, "bu cümleyi şöyle kursam yanlış olur mu?" diye düşünüp duran kişi ne dil öğrenebilir ne de anadilini doğru dürüst konuşabilir.

a la señorita se le caen los anillos por lavar los platos
bulaşıkları yıkayınca küçük hanımın incileri dökülüyor

illa por kullanmak zorunda da değilsiniz
"
a la señorita se le caen los anillos si lava los platos
bulaşıkları yıkarsa küçük hanımın incileri dökülür


deyimi ben de ilk olarak roberto bolaño'nun bir röportajında duymuştum ve not etmiştim, paylaşmak bugüne kısmetmiş (naftalin). röportajda bolaño, para kazanmak için edebiyat yarışmalarına eserlerini gönderdiği yıllardan bahsediyordu ve bir yazar olarak herhangi bir kurumun açtığı yarışmaya katılıp üç beş kuruş bir şey kazanmakla yazarlığından bir şey kaybetmeyeceğini, incilerinin dökülmeyeceğini söylüyordu.


adios!

Acción Poética

Acción Poética

Joyas de America Latina

Joyas de America Latina
santiago Roncagliolo