Önceki bölümlerde de belirtmiş olabilirim, belirtmediysem burada altını çizeyim; bu üçlü içerisinde saygıyı en çok hak eden, bununla birlikte kaderi en kara yazılmış olan Lorca'dır. Saygıyı haketme kısmı tartışılabilir ama sanırım bahtının karalığı konusunda hepimiz hemfikiriz. Öğrenci yurdundan ayrıldığında Lorca artık edebiyat çevrelerinde tanınmaya başlamış genç bir şair/yazardı. Bu alanda ilerlemeye devam edecek, ideallerinden ve duruşundan ödün vermeden sonuna kadar ilerleyecekti. Yurttayken arasının çok da iyi olmadığı Buñuel'den kopuşu çok zor olmadı ama Dali'yle olan toksik iletişimine bir süre daha devam etti.
1927 yazında Lorca, Dalí'nin ailesi tarafından Cadaqués'e davet edildi. Salvador'la birkaç hafta geçirdi. Bu süreçte yoğun bir duygusal gerilim yaşadı. Lorca mektuplarından birinde ona şöyle yazıyordu:
"Sana karşı o kadar yoğun bir bağlılık hissediyorum ki bazen yaşamak saçma geliyor."
Dalí'nin kız kardeşi Ana María'yanın dediğine göre, Lorca fazlasıyla aşıktı, buna karşın Dalí durumu belirsizlikte bırakıyor, ilişkinin cinsel bir yön kazanmasına asla izin vermiyor, tamamen kayıtsız da kalmıyordu. Dalí, yıllar sonra o dönem hakkında acımasızca konuşuyordu, hayatının ilerleyen dönemlerinde verdiği röportajlarda şöyle demişti:
"Federico bana aşık oldu ve benimle yapmak istemediğim şeyleri yapmaya çalıştı... onu incittim, evet, ama bunu hak etti, çünkü aşkın dayatılması doğru değil."
Bir Endülüs Köpeği
Bu gelgitli ilişkiye en ağır darbeyi vuran yine (her zaman olduğu gibi) Buñuel olacaktı. Olay şöyle gelişir. Yurttan çıktıktan sonra birlikte daha fazla vakit geçiren Dali ve Buñuel, rüyalarından esinlenerek bir kısa film çekerler. Büyük başarı kazanan ve günümüzde hala adından övgüyle söz ettiren filme "Bir Endülüs Köpeği" adını verirler. Lorca filmin adını duyunca çok bozulur. Zira kendisi Endülüs'lüdür ve filmin adının kendisine hakaret etmek amacıyla bu şekilde seçildiğini düşünür. Buñuel anılarında bu konu hakkında şu açıklamayı yapar:
"'Endülüs Köpeği' ismini seçmemizin sebebi kulağa hoş gelmesi ve Dalí ile mümkün olduğunca mantıktan uzak bir şey yapmak istememizdi. İsmi seçerken Lorca'yı veya başka birini düşünmüyorduk."
![]() |
Bir Endülüs Köpeği |
Bana kalırsa bu fikir kesinlikle Buñuel'inbaşının altından çıkmıştır ve yine kesinlikle Lorca'yı aşağılamak için bu ismi seçmiştir. Yazının önceki bölümlerinde de bahsettiğim gibi Buñuel homoseksüelliğe militan düzeyde karşıydı (bence gizli gaydi) ve öğrenci yurdunda Lorca'yı her fırsatta aşağılamayı ihmal etmiyordu. Örneğin, Lorca bir gün yeni yazdığı bir şiiri kendisine okuduğunda ve şiir hakkında ne düşündüğünü sorduğunda "şiiri mi daha çok sevdim yoksa senin o ibne sesini mi bilemedim" diye yanıt vermişti. Eleştiriyle kalmayıp Lorca'ya şiddet uyguladığından da zaten daha önce bahsetmiştim. Bütün bunlar bir araya geldiğinde film başlığının kasıtlı olarak seçildiğini düşünmek çok da saçma gelmiyor. Filmin yayınlanmasından sonra Lorca, bu ikiliyle iletişimini tam olarak koparmasa da oldukça azalır. Hatta film onu o kadar yaralamıştı ki "sürrealizm" akımından bu nedenle uzaklaştığı dahi söylenir. Bütün bunlar bir yana film sahiden de etkileyicidir. İzlemek isteyenler buraya tıklayarak izleyebilir, zaten kısa film. Filmde rahatsızlık verici sahneler var, sonra uyarmadı demeyin. Artık Buñuel ve Dali'den biraz uzaklaşıp Lorca'ya yoğunlaşabiliriz.
Lorca, 1926'da öğrenci yurdundan ayrıldıktan sonra İspanyol edebiyat sahnesinde önemli bir isim haline gelmişti, ancak hayatı hiç de huzurlu değildi. Bu huzursuzluk onun hayatını derinden etkileyecek bir seyahate çıkmasını sağlamıştı.
New York Gezisi
Lorca'nın hayatındaki en belirleyici olaylardan biri, 1929'da yaptığı New York gezisiydi. Bu gezi dönüştürücüydü ve çalışmalarında bir dönüm noktası oldu. Peki, New York, Lorca için neden bu kadar önemliydi?
Kapitalizmin ve modern şehrin etkisi: Lorca, zıtlıklar, eşitsizlik ve yabancılaşmayla dolu büyük modern şehirle ilk kez karşı karşıya geldi. 1929 ekonomik krizi New York'u acımasızca vurdu ve şair, sokaklarda gördüğü yoksulluk ve umutsuzluktan derinden etkilendi. Bu deneyim, kent yaşamının köklerinden koparılmasını ve şiddetini ele alan bir şiir derlemesi olan New York'ta Şair (1930) adlı eserine de yansımıştır.
Irkçılık ve Baskı: Lorca, kendisini derinden etkileyen Afrikalı Amerikalılara yönelik ırkçılığa da tanık olmuştur. Mektuplarında ve yazılarında, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki yapısal ırkçılıktan şikayet etmiş ve azınlıklara yönelik baskıya karşı duyarlılığını artırmıştır.
Eşcinsellik ve Kişisel Kurtuluş: Lorca, New York'ta kaldığı süre boyunca cinselliği konusunda daha büyük bir kişisel özgürleşme hissetmeye başlamış, ancak her zaman temkinli ve ketum kalmıştır. New York, dönemin baskıcı İspanya'sıyla bir tezat oluşturuyordu ve Lorca, kişisel hayatı konusunda oldukça mesafeli bir figür olarak kalsa da kimliğini tam olarak kabullenmeye bu ortamda başlamıştı.
La Barraca: Köylerde Tiyatro
Lorca, İspanya'ya döndükten sonra 1932'de Lope de Vega, Calderón ve Cervantes gibi İspanyol klasiklerinin eserlerini kırsal köylere getiren popüler bir tiyatro girişimi olan "La Barraca" tiyatro topluluğunu kurdu. La Barraca topluluğunun önemini şu şekilde özetleyebilirim:
Halkın sanata erişimi: Kırsal ve son derece muhafazakar bir İspanya'da Lorca, tiyatroyu en dezavantajlı kesimlere ulaştırmak istiyordu. Topluluk yalnızca klasik eserler sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda toplumun en yoksul kesimlerini eğitmeyi ve kültürel olarak yükseltmeyi de amaçlıyordu.
Toplumsal Bağlılık: Lorca'nın tiyatrosu toplumsal ve politik bir karakter kazanmaya başladı. Oyunları hiçbir zaman açıkça politik olmasa da, İspanya'da, özellikle köylerde yaşanan toplumsal gerilimler eserlerinde açıkça görülüyordu.
Lorca, 1926 ve 1936 yılları arasında 20. yüzyıl İspanyol edebiyatının en önemli eserlerinden bazılarını üretti. Bu dönemde yaşadığı iç gerilimler, siyasi bağlılıkları ve kişisel deneyimleri, yazılarına da yansıdı.
Bazı eserleri ve içerikleri:
Romancero gitano (1928):
Şiirsel Yenilik: Çingene mitolojisini ve trajedisini inceleyen bu şiir derlemesi, şair olarak olgunluğunun başlangıcını işaret eder. Popüler lirik şiiri modern etkilerle harmanlayarak gizem ve kıyamet atmosferi yaratır.
Üslup: Geleneksel romantizmi kullanır, ancak sembolizm ve tutkuyla dolu yeni bir dil üretir.
Boda de sangre (Kanlı Düğün) (1933):
Trajik Tiyatro: Bu oyun, Lorca'nın en çok sahnelenen oyunlarından biridir. Bu oyunda kıyameti, karşılıksız aşkı ve toplumsal çatışmayı ele alır. Karakterlerin arzularının toplumsal normlar ve aile gelenekleri tarafından tuzağa düşürüldüğü bir Endülüs toplumundaki toplumsal gerilimleri konu alan bir trajedidir.
Sembolizm: Kırmızı renk ve kan, oyun boyunca tekrar eden sembolik unsurlardır.
Yerma (1934):
Kadının Dramı: Lorca, bu trajedide kısırlık temasını ve beklentilerini karşılamayan kadınları reddeden bir toplumda yerini bulmak için kahramanın verdiği içsel mücadeleyi ele alır. Bu oyun aynı zamanda kırsal İspanya'da kadınların rolüne dair toplumsal ve politik bir eleştiriyi de yansıtır.
Bernanda Alba'nın Evi (1936):
Trajik son: Lorca'nın ölümünden kısa bir süre önce yazdığı bu oyun, en güçlü oyunlarından biridir. Bu oyunda, ataerkil bir evde kadınların ailevi ve toplumsal baskısını ele alır. Zalim bir anaerkil olan Bernarda Alba ve kızları, kadınların sessizliğe ve baskıya karşı mücadelesini temsil eder.
Semboller: Kapalı ev, beyaz renk ve yas, eserin atmosferini tanımlayan temel unsurlardır.
Lorca bütün bu eserleri verdiği yıllar boyunca sola daha da yakınlaşır ve daha güçlü bir toplumsal bilinç geliştirmeye başlar. Sadece La Barraca'nın kurucusu olmakla kalmaz, aynı zamanda kadınların oy hakkını savunur ve özellikle Cumhuriyetçilerin iktidara geldiği dönemde katolik kilisesini ve üst sınıfları eleştirir. Bu politik tavrı, ispanyol iç savaşının başlamasıyla birlikte onu tehlikeli bir duruma sokacaktır.
İç Savaş ve Lorca'nın Ölümü
Temmuz 1936'da İspanya İç Savaşı patlak verdiğinde Lorca Madrid'deydi, ancak bir süre sonra daha güvenli olacağını düşünerek memleketi Granada'ya döndü. Siyasi durum hızla karmaşık bir hal aldı ve Lorca resmi olarak bir siyasi partiye bağlı olmasa da, Cumhuriyetçilere verdiği destek ve ilerici ve sol çevrelere yakınlığı onu Franco'nun darbeci güçlerinin hedefi haline getirdi.
Aslında Lorca aktif bir militan değildi, ancak entelektüel çevrelerle ilişkileri ve cumhuriyetçi değerlere olan bağlılığı darbecilerin gözüne batıyordu. Franco'cuların en meşhur sloganlarından birinin "kahrolsun akıl, yaşasın ölüm" olduğu düşünüldüğünde aydınların durumunun ne kadar kritik olduğu daha çok anlaşılabilir.
Bana sorarasanız Lorca'nın daha güvenli olur diye memleketine dönmesi çok da akıllıca bir hareket değil. Zira ispanyol iç savaşında kendini tehlikede hissedenler yukarıya, kuzeye doğru gidip, orada da tutanamayınca biraz daha kuzeye yani fransaya kapağı atarken Lorca'nın neden böyle bir karar verdiğini ben şahsen anlamış değilim. Ha bu arada, Lorca'nın eski dostları Dali ve Buñuel'in iç savaşta kapağı fransa'ya attıklarını ve entelektüel toplantılarda gününü gün ettiklerini anlatmama gerek yoktur sanırım. Dali'ye acayip kılım, neyse gerilmeden yazıyı bitireceğim bugün.
Lorca'nın Granada'da Tutuklanması
Lorca, 19 Temmuz 1936'da, sol görüşlü olması, ilerici bir entelektüel olarak tanınması ve o dönemde yıkıcı ve ahlaki açıdan kabul edilemez olarak görülen eşcinsel yönelimi nedeniyle Granada'da falanjist güçler tarafından tutuklandı.Falanjistler kimdir diye soranlar için tek cümleyle açıklayayım; Franco'nun sivil milislerine falanjist denirdi. Tutuklanan Lorca, hapishaneye dönüştürülmüş olan San Rafael Hastanesi'ne kapatıldı.
İnfaz
Lorca tutuklanmasından birkaç gün sonra kurşuna dizilerek öldürüldü ve yeri hala bilinmeyen bir toplu mezara atıldı. Kendisini vuran askerlerden birinin "ibneydi ben de götüne bir kurşun sıktım" diyerek olayı anlattığı söylenir. Bu Franco rejiminin ahlaki temizlik adı altında homoseksüellere yönelttiği şiddetin bir yansıması olarak tarihe geçmiştir.
Yazının başında da bahsettiğim kara bahtlı olmaktan kastım buydu. Lorca daha 38 yaşında katledilen parlak bir şairdi. Belki de daha yüzlerce eser üretecekti ama buna fırsatı olmadı. Yazıyı Lorca'nın Türkçe'ye çevrilen Atlının Türküsü (Cancion de Jinete) şirriyle, daha doğrusu şiirin çevirisinden bestelenen ve Zülfü Livaneli tarafından yorumlanan şarkıyla bitirelim. Keyifli dinlemeler olsun efendim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder